27 Aralık 2007 Perşembe

Nur Suresi, 31. ayet (24:31)



KİŞİSEL olarak ne başörtüsü ile ne de türban ile herhangi bir sorunum var. Ama örtünmeyle ilgili yalan, safsata ve hurafe yayanlarla kavgam var. Türbancılar, bu örtünme tarzının Kuran'ın tartışılmaz buyruğu olduğunu ileri sürüyorlar. Ama Azháb Sûresi'nin 59. ayeti; Nûr Sûresi'nin 30, 31 ve 60. áyetleri dışında Kuran'da bir başka hüküm yoktur ve türban şaklabanlığı Kutsal Kitap'da yer almamaktadır.

İKİYÜZLÜLER

Bunu öğrendiğim için: Faiz ve kredi kartının İslam'a aykırı olmasına karşın türbancılar tarafından kullanıldığını; türbancıların, İslám'a ters düşmesine karşın, Cumhuriyet'in yapı ve kurumlarına, yasalarına ve özellikle Devrim Yasaları'na uymak zorunda kaldıkları halde nasıl olup da dinden çıkmadıklarını soruyorum. Bu işte bir ikiyüzlülük var!

İkiyüzlülük sadece türbancılarda değil! İkiyüzlülüğün en tepesinde Kuran çevirmen ve yorumcuları bulunuyor. Bunun en çarpıcı kanıtını, Mustafa Sağ, "Evrensel Çağrı, Kur'an Meáli" (Final Pazarlama Yayını) çevirisine yazdığı önsöz ve açıklamalarda veriyor. Mustafa Sağ'a göre geleneksel çevirmen ve yorumcular Nûr Sûresi'nin 31. ayetini geleneğe uyarak ve birbirlerini taklit ederek yanlış çeviriyorlar. Müthiş bir iddia! Mustafa Sağ'ın açıklamasını olduğu gibi aktarıyorum.

HIMAR = ÖRTMEK

"Kuran ayetinde 'başörtüsü' diye bir kelime geçmemektedir. Buna rağmen tüm Kuran tefsirlerinde ve çevirilerinde Kuran ayeti 'başörtüsü' olarak çevrilmiştir. Halbuki ayette geçen "HIMAR' kelimesi 'Baş örtmek' anlamında değil, sadece 'örtmek' anlamına gelmektedir. Eğer, herhangi bir şey örtülecek ise. O şeyin vurgulanması gerekir. Örneğin masa örtüsü derken, örtmek kelimesinin yanına masa kelimesinin gelmesi gibi, başörtüsü dendiği zaman da "örtmek" ("hımar") kelimesinin yanına "baş" ("re's") kelimesinin 'hımarü-re's' şeklinde gelmesi gerekir. Ayetteki 'hımar' ('örtü') kelimesinin yanında geçen ve vurgulayan kelime 'cuyub' kelimesidir ki, 'yaka' veya 'göğüs' anlamına gelir. Çünkü, aynı kelime 'cuyub' bir başka ayette (28:32) Hz. Musa'nın 'göğsüne/koynuna elini soktuğu' şeklinde geçer. Yani, 'cuyub' kelimesi, 'hımar' örtmek kelimesi ile kullanıldığı zaman 'bihumûrihinne ala cuyubihinne' başını örtmek değil, 'göğsünün üzerini örtmek' anlamına gelmektedir. Geleneksel tüm yorumcular, Kur'an ayetini bilimsel bakışla değil de, birbirlerini taklit edip, 'Başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler' diyerek 'Felyedribne' fiilini de 'örtsünler' diye tercüme etmişlerdir. Bu geleneksel yorumcular 'DaRaBe' kökünden gelen bu kelimeyi burada, 'Başörtülerini örtsünler' derken, bir başka yerde aynı 'DaRaBe' kelimesini 'Kadınları DÖVÜN' (Bak. 4:34) diye çevirmişlerdir. Özetle, Kuran'ın orijinal ayeti tüm açıklığı ile ortadayken, elverişli bir siyasal kullanım malzemesi olarak, sürekli gündemde tutulan başörtüsü, Kuran'ın değil, geleneklerin, kişisel görüşlerin dinleşmesinden kaynaklanmaktadır." (S. 373)

GERİSİ ALİMLERİN İŞİ

Mustafa Sağ'
ın iddialarını Arapçadan denetleyecek durumda değilim. Ancak Nûr Sûresi'nin 31. áyetinin Fransızca ve İngilizce çevirileri onun iddialarını desteklemektedir.

Ben bu çok önemli iddiayı sütunuma aktararak kamusal-toplumsal görevimi yerine getiriyorum. Gerisi Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ve İslam alimlerinin işi!..

ÖZDEMİR İNCE

15 Ekim 2007 Pazartesi

Yenilik düşkünlüğü

NİHAYET aradığım makaleyi buldum. Adı "Yenilikçi mi, yenilik düşkünü mü?" Yazarı, Yankı Yazgan. Yankı Yazgan'la karşılaşsanız ve size, "Ben, bir pop müzik orkestrasında basgitar çalıyorum" dese, zaten görünüşünüzden tahmin etmiştim diyebilirsiniz.En azından benim önyargılarıma göre, ben öyle söyleyebilirdim. Halbuki kendisi, genç yaşta psikiyatri profesörlüğüne yükselmiş bir hekim. "Kalp Çarpar, Beyin Böler" adlı kitabında bir hekim gözünden dünyaya bakıyor; ama ne bakıyor! Ama rahmetli annemin dediği gibi "iğnenin deliğinden Hindistan'ı seyrediyor". Kitaptaki bölümlerden biri "Yenilikçi mi, yenilik düşkünü mü?" başlığını taşıyor. Dr. Yazgan, bu bölümü Acar ve Zuhal Batlaş hocaların yayınladığı "Kaynak" adlı dergide genişleterek makale haline getirmiş. Daha da güzel olmuş. Kaynak dergisinde bir diğer yazar Hulusi Derici, "Yenilikçi mi, Yenilik Düşkünü mü?" konusuna, başka bir üslup içinde, ama aynı açıdan yaklaşmış. Hulusi Derici, son on beş yılda moda olan ve şimdilerde kitaplıkların üst raflarında tozlanan yönetim tekniklerinin veya kavramların bazılarını bir çırpıda sıralayıvermiş. Benchmarking, Müşteri Odaklı Pazarlama, Data Base Yönetimi, CRM, Toplam Kalite, Değişim Mühendisliği, Yalın Üretim, 5. Disiplin, Kaizen Yönetimi, Altı Sigma ve benzerleri. Bütün bu kavramları tükettik, şimdi moda "inovasyon" (yenilikçilik) diyor. Böyle modanın peşine takılıp, kitaplara, konferanslarına para yatırmak insanları mutlu ediyor. Aynen eve idman bisikleti almanın veya zayıflama kitabına sahip olmanın mutlu ettiği gibi. Bunları yapınca, zayıflamıyor veya yenilikçi olmuyoruz; ama kendimizi iyi hissediyoruz.
* * *
Dr. Yazgan, "yenilik düşkünü" ile "yenilikçi" arasında ayrım yapmanın zor olduğundan bahsediyor. Ama makalesinin sonunda bu ayrımın nasıl yapılacağını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yazgan'a göre, yenilik düşkünü, çabuk sıkılan ve nerede yeni bir şey varsa oraya sürüklenen bir kişi. O bir "hedefe" değil, "yeniliğe" gitmektedir. Yenilik düşkünlüğü, fikir değiştirmekten ziyade, fikirlerin uçuşması denilebilecek bir ruh hali içinde olmaktır. Bir kitabı, bir fikri, bir konuyu "in" yapanlar da "out" yapanlar da yenilik düşkünleridir. Yenilikçi ise "hedefine" giderken, bildik yol ve yöntemlerin dışına çıkabilen kişidir. Yazgan, yenilikçilerin sonunun, yenilik düşkünlerinden daha iyi olacağını garanti etmiyor. Hedefe giderken yaşadıklarımızın da bir değeri olduğuna inanıyorsak, zaten "sonuç" gibi bir kavram bizi fazlaca ilgilendirmeyecektir; yine de sonuç odaklı olmak gerekiyorsa, sonucun tanımı bir kez daha yapılmalıdır diyor. Dr. Yazgan, "Ben, acaba yenilikçi miyim, yoksa yenilik düşkünü müyüm?" diye kendisini sorgulamak cesareti olanlara bir kıstas veriyor. Burasını dikkatle okuyun ve hemen itiraz etmeyin. "Yenilikçiler, kuralları anlama ve kuralları uygulama alışkanlıklarını çocukluklarında geliştirmiş olanlar, yenilik düşkünleri bu alışkanlıkları olmayanlar arasından çıkıyormuş."

Son Söz: Gelişme, yenilik düşkünlerinin değil; yenilikçilerin eseridir.

EGE CANSEN

Muhammed Mustafa kadar laik Mustafa Kemal kadar Müslüman olmak

HZ. Muhammed kendisini tanımlarken ısrarla bir "ümmi" olduğunu söylemiştir. Ümmi, "üm" yani anne anlamındaki Arapça kökken türetilmiş bir kelimedir. Ümmi'nin sözlük anlamı "anasından doğduğu gibi"dir.Hiç kimse ömrü boyunca anasından doğduğu gibi kalamayacağına göre, Hz. Muhammed, gerek kendine "ümmi", gerekse kendisine inananlara "ümmet" (ümminin çoğulu) derken bu kelimeye muhakkak bir anlam yüklemiştir. Bu anlamı bulmaya çalışırken, o sıralarda Hz. Muhammed'in nasıl bir ortamda, daha da doğrusu baskı altında olduğunu hatırlamak gerek.O devirde Mekke'de putperestler çoğunluktaydı. Az sayıda da Yahudi ve Hıristiyan yaşıyordu. Hz. Muhammed'in konuşmalarından ve halka yeni bir yol gösteren davranışlarından tedirgin olanlar, onun hangi puta taptığını veya hangi dine inandığını öğrenmek istiyordu. Hz. Muhammed de "Benim putum veya dinim yok, ben basit, sıradan ve toplumun en alt katmanından gelen biriyim, anamdan doğduğum gibiyim" manasında ümmiyim demiştir. Böyle diyerek, kendini ve yandaşlarını, putperestlerin kabile savaşlarından uzak tutmak istemiştir. Peki, sen neye inanıyorsun diye soranlara da "barışa, salim ve selim olmaya" anlamına gelen "İslam"a demiştir. Ümmi olmayı, okuma yazma bilmemekle eşanlamlı kabul etmek mantıkidir ama sadece bir yakıştırmadır.
* * *
Fransa'da ortaya çıkan laik kelimesi de Yunancadaki "laos" kelimesinden türemiştir. Laos, bir toplumun an alt katında bulunanlar, hatta "demos" (vatandaşlar) arasına bile giremeyenler demektir. Kendilerini laik diye tanımlayanlar, Katoliklik'le, Protestanlık'la hatta daha geniş anlamda dinle, hurafeyle dolayısıyla da mezhep savaşlarıyla ilgimiz yok demiştir. Bir toplumda din/mezhep kavgalarına son vermenin, insanların din adına birbirine zarar vermelerini önlemenin, kısaca barışın yolu "laik" "lá-dini" olmaktan geçer diye düşünülmüştür.
* * *
XIX. yüzyıla "İmparatorluk Çağı" (Age of Empire) denir. Bu devrin egemen fikri, Tanrı'nın Hıristiyanlara dünyayı yönetme görevi/misyonu verdiğidir. Hıristiyan milleti, aydınlanma çağında, fende, bilimde ve teknolojide elde ettiği kazanımlarla dünyanın en gelişmiş uluslarını oluşturmuştur. Tanrı'nın planında (God's Plan) "medenilerin, medeni olmayanları yönetmesi" yer almaktadır. Tanrı tarafından görevlendirilmiş olanlar, medeniyeti bütün dünyaya yaymakla sorumludur. Bu misyon XIX. yüzyılda tamamlanmak üzeredir. Ancak yeryüzünde tek bir istisna kalmıştır. O da Osmanlı topraklarında, gayri medeni Müslüman Türklerin, hálá medeni Doğu Hıristiyanlarını idare etmesidir. Bu hata düzeltilmeli ve Müslümanların, Hıristiyanları yönetmesi sona ermelidir. 1820-1914 arasında bu plan yüzünden Balkanlar ve Kafkaslar'da yaşayan Müslümanlar acımasızca ezilip kendi vatanlarında vatansız kalınca, kurtuluşu Türkiye'ye gelmekte bulmuştur. Mustafa Kemal, kendisine Türk diyerek mutlu olan her kökten Müslüman'a, bir vatan inşa etmeyi kendine vazife bilmiştir.

Son Söz: Zıt da sanılsa, büyük fikirler zirvede buluşur.

EGE CANSEN

Biz hangi bayramı kutladık?

BAYRAMIN birinci günü bu köşeye koyduğum küçük bir not ile okuyucularımın "Şeker Bayramını" kutladığımı belirtmiştim.İki gündür de e-posta kutumda bu bayramın adının Şeker Bayramı değil, Ramazan Bayramı olduğuna ilişkin mektuplar okuyorum.Önemli bölümü, ülkemizin aşırı dinci kesimlerinde sıkça görülen ağzı bozuk insanların yazdığı küfürnameler.Küfür etmeyenler de alay ediyorlar, "Şekercilerin bayramı mı var" diye.Bazılarına göre ise ben Ramazan Bayramı’na Şeker Bayramı diyerek, dinibütün insanlara hakaret etmişim.Belli oluyor ki hepimizi birleştirmesi gereken bir bayram günü, belli bir çevrenin elinde yeni bir ayrışmanın vesilesi haline getirilmek isteniyor.Hicri Kamer yılının onuncu ayı olan Şevval’in ilk üç günü boyunca, dokuzuncu ay olan ve Müslümanların oruç tutarak geçirdiği Ramazan’ın bitişi nedeniyle bayram yapıyoruz.Araplar bu bayrama "id el-fitr" diyorlar. Bazı kaynaklarda, ramazanın bitimiyle birlikte yapılan ilk kahvaltıya istinaden bu adın verildiğini anlatılıyor. Bayramın ilk günü güneşin doğuşundan itibaren verilmesi "vacip" olan "sadaka-i fidr" ile de ilgili olabilir bu isim.Malezya’da Hari Raya ya da Aidl Fitri, Endonezya’da ise İdul Fitri veya Lebaran deniliyor. Bengalliler ise Shemai Eid adını uygun görmüşler.Bizde ise bu bayram Ramazan Bayramı ya da Şeker Bayramı olarak isimlendiriliyor.Şeker Bayramı adının ne zaman kullanılmaya başlandığına ilişkin bir bilgi yok, ancak bu bayramda Türklerin şeker ikram etme ádetinin varlığının buna yol açtığı tahmin ediliyor.Türklerin, önemli günlerinde tatlı ikram etme ve yeme alışkanlıklarından kaynaklanan bir durum olmalı bu.Bayramın nasıl isimlendirileceği ile ilgili dini bir emre rastlamadım. Kaldı ki böyle olsaydı herhalde İslami geleneğe uyarak Araplar gibi "id el-fitr" dememiz gerekecekti, Ramazan Bayramı değil.Geçmiş "Şeker Bayramınızı" bir kez daha kutluyorum!

Mehmet Y. Yılmaz

30 Temmuz 2007 Pazartesi

Yoksulluğu artıran seçimi kazanır

Bazı gazeteler seçim sonuçlarının daha iyi anlaşılması için haritalar yayınlıyor.

Örneğin dünkü Vatan�da İstanbul�da hangi partinin nerede başarılı olduğunu gösteren bir harita vardı.

Benzer bir harita ve İzmir�in genel görünüşünü yansıtan bir fotoğraf da Milliyet�te yayınlandı.

Bu haritalarda anlatılana göre AKP, kentlerin en yoksul semtlerinden en çok oyu almış. CHP ise sadece daha varlıklı semtlerde başarılı olmuş.

En fakir kentlerin sosyal yapısına bakıldığında burada yaşayanların eğitim ve kültür açısından da en alt kesimde olduğu görülüyor.

Bu durumda en fakir, en eğitimsiz ve en kültürsüz kesimlerin desteğini kazanan parti seçimden de zaferle çıkabilir. Türkiye�nin nüfus dağılımı da, asıl yoğunluğun düşük gelir, düşük eğitim ve düşük kültürlü olanların ezici bir çoğunlukta olduğunu gösteriyor.

Böyle olunca da demokrasinin tanımında bir tuhaflık ortaya çıkıyor. �Ülke yönetimi hakkında hiçbir bilgi, birikim, görüş ve fikri olmayanların kendilerini yönetecekleri seçmelerine demokrasi denir.�

Bu doğru mu? Değil. Ama gerçek.

Şimdi kimse kalkıp da �demokrasiye inanmıyorsun, halkın iradesi seni ilgilendirmiyor� edebiyatı yapmasın. Bu sonuçtan çıkarmak istediğim başka bir analiz var.

Eğer bir ülkede, yoksul, eğitimsiz ve kültürsüz insanları sömürüp, onların oylarıyla iktidara gelmek mümkünse, iktidardaki siyasi güç, iktidarı boyunca halkın önemli bir bölümünü yoksul, eğitimsiz ve kültürsüz bırakmak isteyecektir. Ki bir dahaki seçimde de zafer kazanabilsin.

Buna �Ama iktidar sürecinde bu kesimler tatmin edilmezse oylar başka yere kayar� diyeceksiniz. Tamam da o zaman �sadaka ekonomisi� uygulayarak bu kesimlere yardımlar yapılacaktır. Avantaya alışan ve yaşam gustosu olmayan bu kesimler aldıklarıyla yetineceklerdir.

Haritalara baktığımızda, AKP�nin 4.5 yıllık iktidarı boyunca hiçbir sorunları halledilmeyen, yoksulluklarından kurtulamayan kesimlerin bu partiyi iktidara taşıdığını görüyoruz. Demek ki, özellikle büyük kentlerde yapılan yardımlar, dağıtılan hediyeler ve ev ziyaretlerindeki gönül almalar, tüm sıkıntıları unutturmuş.

Peki bunu bütün partiler yapabilir mi? Hayır yapamaz. Çok geniş kesimleri yardım ve hediyelerle rahatlatmak, ama onların sorunlarını çözmemek ancak iktidar eliyle olabilir. Çünkü ancak iktidarlar bunun maddi maliyetinin altından kalkabilir.

Bu durumda demokratik yoldan iktidara gelmenin de tanımı tuhaflaşabilir: �Ülke adına fikir, görüş, proje üretmek, kaliteyi, bilimi, sağduyuyu kullanmak yerine, halkı yoksullaştırıp sonra da bu yoksul, eğitimsiz ve kültürsüz kesimlere büyük yardımlar yaparak oy almak demokratik yoldan iktidara gelmektir.�

�Göbeğini kaşıyan adam� esprisini çok alaya alıyoruz ama, iktidar da �göbeğini kaşıyan adamın� sömürülmesiyle elde edilmedi mi yani?

CAN ATAKLI

Halki tanımah

ADNAN Menderes de, Süleyman Demirel de CHP'nin ve solun halkı tanımadığını ileri sürüp kendilerini halkın temsilcisi olarak piyasaya sürmüşlerdir.

Milli Görüş partileri (Milli Selamet, Refah, Fazilet) de aynı zurnayı çaldılar. Günümüz AKP'si, AKP'nin Recep Tayyip Erdoğan'ı, Bülent Arınç'ı, Abdullah Gül'ü de aynı lakırtıları lakırdatıyorlar.

Sanki İsmet İnönü halk çocuğu değildi de büyük toprak ağası Adnan Menderes halk çocuğuydu. İnönü hiç değilse halkı sömürmemiştir, Adnan Menderes'in köylünün kanını emdiği gibi.

Kasımpaşa çocuğu Recep Tayyip Erdoğan, Antalya çocuğu Deniz Baykal'dan daha çok mu Anadolu'yu tanıyor? Doktora yapmak, doçent, profesör olmak halktan kopmak ise AKP'nin iftihar ettiği kaç tane "halktan kopmuş" var AKP'de. CHP'nin adaylarını, sol partilerin adaylarını (örneğin Türkiye Komünist Partisi'nin, İşçi Partisi'nin adaylarını) AKP'nin milletvekili adaylarıyla karşılaştıralım, bakalım hangisi halka, köylüye, çiftçiye, işçiye ve emekçiye yakınmış? Halep orada ise arşın burada! AKP, ABD'den, uluslararası finanstan aday getiriyor!

İMAM-HANCI TORUNU

Bu satırları yazan ben, yokluğu da yoksulluğu da tanıdım, işçiyi de köylüyü de tanıdım (anne tarafım köylü, babam Mensucat Sendikası Başkanı'dır); harman sürdüm, sığır ve davar güttüm; gazoz sattım, buğday eledim; kahve garsonluğu, kebapçı çıraklığı yaptım; dokuma fabrikasında işçilik, Maliye'de memurluk, kütüphanecilik yaptım; Sandıklı, Çine, Aydın ve Muğla'da öğretmenlik yaptım. TİP'te bir Yunus Çakır olarak çalıştım. Sonra Paris'te eğitim ve öğrenimimi tamamladım. Bir dedem imam idi, öteki dedem ise hancı.

Yeter mi? Hangi politikacı, hangi gazete yazıcısı benden daha iyi tanıyor milleti, halkı, cumhuru ve Cumhuriyet'i?!

Halk kimdir? Hırsızlık yapan, adam öldüren, ırza geçen, sübyancılık ve fiili livata yapan, denize donla giren, yere tüküren, cadde kenarında kurban kesen, vergi kaçıran, kaçak elektrik ve su kullanan, baldızına sulanan, adım başı yalan söyleyen, ter kokan, geğiren ve osuran, adım başı trafik kurallarını ihlal eden, yol kıyılarına pet şişeleri, gazoz ve bira kutuları atan, ormanları yakan, abdestsiz namaz kılıp oruç tutan, ettiği duanın, okuduğu Kuran'ın anlamını bilmeyen, oyunu iki kilo bulgura, iki kilo nohut ve mercimeğe satan, Názım'ın diliyle hem kardeş hem de akrep olan, sefil ve kahraman!

Halk kimdir? Yukarıda yazdıklarımı yapmayandır! Hangisi çok, yapan mı, yapmayan mı?

GERİYE KALANLAR!

CHP ve sol halka hiçbir zaman ihanet etmedi! 1923-1945 arası, devlet öncülüğünde bir devrim sürecidir. 1960-70 yıllarının DP ve AP politikacılarının çoğu bu süreçte yer almıştır. Cumhuriyet halkı tanımasaydı, Cumhuriyet'i kuramazdı, devrimleri yapamazdı. Şimdi halkı iyi tanıdıklarını iddia edenler kim? Bir zamanlar Cumhuriyet'e ve devrimlerine karşı çıkanların çocukları ve torunları. Benim adlarının önüne değişik sıfatlar koyduklarım! Cumhuriyet onları çok iyi tanıyor ve kendisiyle sorunlarını çok iyi biliyor.

Ne dersiniz, belki de sadece tarikatçılara, dindarlara, Nakşilere, Nurcu ve Fethullahçılara halk deniliyordur? Geriye kalanlar ise laikçi (!) olan Cumhuriyet çocuğu, Cumhuriyetçi münkir!

ÖZDEMİR İNCE

Benim amentüm

22 Temmuz 2007, Pazar, Saat: 11.24. Oyumu verdim. "Evet" mührünü hiç duraksamadan bir partinin üzerine bastım ve "Evet"in mürekkebini 1965'ten bu yana seçimlerde kullandığım kurutma káğıdı ile kuruladım. Ülker de oyunu verdi. Ülker'e verdiğim kurutma káğıdının yarısını geri aldım. Bir sonraki seçimde kullanmak üzere.

Sonra marina denen limandaki kahveye gittik. Yanımıza Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet ve Radikal gazeteleri almıştık. Çok az insan vardı. Bilinmez bir yerden gelen taciz edici şımartık çocuk zırlamasından başka.

Sıra Radikal Gazetesi'ne geldi. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan'ın birinci sayfanın tamamını kapatan manifestosunu okumaya başladım. Şu cümleye kadar:

"Özellikle nisan ve mayıs aylarında öyle bir hava esti ki, sanki aynı anda hem laik hem demokrat olmak yasaklandı. Sanki laikliği korumak için demokrasiyi feda edebilirmişiz, hatta etmeliyiz diye düşünenlerin sayısında ciddi bir artış oldu."

Bu cümleyi okur okumaz başımdan kaynar sular indi. Ülker'e "Haydi kalk eve gidiyoruz" dedim.

DİRHEMİNİ ANLAMAMIŞ

Ve saat 11'i 24 geçe bu yazıyı yazmaya başladım. İsmet Berkan, son aylarda Türkiye'de olan-bitenin dirhemini anlamamış.

İsmet Berkan'ın, Anayasa'nın "İnkılap kanunlarının korunması"na dair 174. maddesinin kapsamına giren yasaları marazlı bir tutkuyla çiğneyenleri eleştirdiğine tanık olduğumu anımsamıyorum. Cumhuriyet'e ve devrimlerine sahip çıkanları paranoyak olmakla, dinozor olmakla, faşist olmakla, askerci olmakla, Sevr paranoyasıyla suçlayanlarla işbirliği yapmadıysa bile onlara karşı çıktığını da anımsamıyorum.

Bu yazımı, pazartesi sabahı erkenden, seçim sonuçları belirginleşmeye başladığı zaman yazacaktım. Şu anda seçimin sonuçları ilgilendirmiyor beni. AKP iktidardan uzaklaşırsa kuşkusuz sevineceğim. Ama, herhangi bir durumda, "Benim partim!" diyebileceğim bir parti iktidara gelmeyecek. Bu benim bir partiye oy vermeme engel olmadı. Belki "Benim Partim!" iktidara aday olmadan öleceğim. Ama önemli değil bu!

2 BÜYÜK TEHLİKE

Oğlum yaşındaki İsmet Berkan bilmeyebilir ama 1923'ten bu yana Türkiye Cumhuriyeti iki büyük tehditle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu seçimler bu iki büyük tehlikeyi ortadan kaldırmayacak, belki de tehlikeyi hızlandırıp büyütecektir:

1. Tehlike: Laik devleti hedef alan ve onun yerini almak için birkaç yöntemle birlikte çalışan İslamcılık.

2. Tehlike: Üniter devleti hedef alan Kürtçülük fesadı. (Leyla Zana'nın federasyon isteyen demeci.)

22 Temmuz seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, kaldığımız yerden devam edeceğimiz anlaşılıyor. Saat: 11.56. Ancak şu soruyu soracağım: Bu iki büyük tehlike, demokrasiyle nasıl bağdaşır? Bir bilen anlatsın!

ÖZDEMİR İNCE

Aynı kısırdöngü

OSMANLI İmparatorluğu ilk borçlanmasını 1854 yılında Kırım Savaşı’na girdiğinde yaptı.

Savaş giderlerini karşılamak için alınan borç, zamanında ödenemedi ve yeni borç alındı.


İmparatorluk çağa ayak uyduramadığı için aslında iflas etmişti.

Borçlarını ödeyebilmek için sürekli borç almaya başlamıştı.

Yıllar ilerledikçe borç sarmalı içinden çıkılmaz hale geldi.

1875’te Padişah Abdülaziz bir memorandum yayınladı ve devletin iflas ettiğini dünyaya açıkladı.

Dağlar gibi biriken borçlar koca imparatorluğu yıkmıştı.

Bunun üzerine alacaklı ülkeler paralarını tahsil edebilmek için "Düyun-u Umumiye" diye bir kurum oluşturdular ve imparatorluğun gelirlerine el koydular.

İmparatorluk bütün kaynaklarını alacaklılara ipotek etmesine karşın borçlarını bitiremiyordu.

İçinden çıkılamaz bir kısırdöngüye sürüklenilmişti.

* * *

Yeni alınan borçlar verimli kullanılmıyor, artı değer yaratılamıyor, borçlar büyüyordu.

Bu kısırdöngüden kurtulamamanın nedeni imparatorluğun çağın gelişimine uyak uyduramamasıydı.

Osmanlı’da hákim olan köktendinci kafa, her yeniliğe dini bahane ederek karşı çıkıyordu.

Bu yüzden matbaa tam 300 yıl geç geldi. Bu da bilgi toplumu olmayı geciktirdi.

Oysa Batı, matbaanın sayesinde bilgiyi tüm topluma yaymış, bu sayede teknoloji geliştirilmiş, sanayi devrimini tamamlamıştı.

Genç Osman ile III. Selim kötü gidişi gördü. Ancak onlar da gericiler tarafından öldürüldü.

İsyan çıkaran çapulculara boyun eğildi ve yeniliklere dönük adımlar atılamadı.

II. Mahmud bu yüzden felç geçirip kahrından öldü.

Bu padişahın döneminde açılan Batılı tarzda okullar "Ulema"nın hışmına uğradı.

Bu geri kafalı insanlar "Bu okullarda Kuran okuyan çocukların ayakları yere değmiyor. Bu dine aykırıdır. Onun için bu okullar kaldırılmalıdır" dediler.

Padişah, bunlarla pazarlık yapmak zorunda kaldı. Sonunda "Öğrenciler Kuran okurken sıraların üzerine bağdaş kursunlar" diye bir orta yol bulundu.

Bu çağdışı komik uygulama yıllarca sürdü.

* * *

Yine II. Mahmud döneminde İstanbul’da başlayan kolera salgını halkı kırıyordu. Kenti fareler basmış, kuyular farelerle dolmuştu.

Padişah, Avrupalı doktorların önerilerine uyarak kenti karantinaya almak istedi. Ancak Şeyhülislam karşı çıktı ve şu fetvayı verdi:

"İçine fare düşen kuyunun suyunu besmele çekerek yedi kere değiştirin, mikrop falan kalmaz tertemiz olur, karantina dinimize aykırıdır."

Fetvanın gereği yapıldı ama kolera bitmedi. 7 yıl süren salgın İstanbul halkını kırdı.

Çağdaş atılımları yapamayan imparatorluk borçlarının altında ezilip paramparça oldu.

Tarihte yaşanan bu ilginç ve ibret alınacak olayları, Orhan Çekiç’in belgelere dayanarak yazdığı "Samsun’dan Erzurum’a" adlı araştırma kitabından özetlemeye çalıştım.

"Tarih tekerrürden ibarettir" derler... Ne yazık ki ülkemiz 1950’den sonra aynı borç sarmalının içine bir kez daha yuvarlanmıştır.

Düyun-u Umumiye gitmiş, IMF gelmiştir. Bugün de borç alarak borç ödüyoruz. Ama tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi borçlarımız azalmıyor, artıyor.

Ama halkımızın güvenine mazhar olan AKP’ye bakarsanız "Türkiye ak yıllara uçuyorrrrr..."

TUFAN TÜRENÇ

20 Haziran 2007 Çarşamba

HAMAS ve Milli Görüş

2 ve 3 Haziran tarihlerinde yayınlanan "Müslüman Kardeşler, Milli Görüş ve AKP I, II" yazılarımda Müslüman Kardeşler tarzı bir örgütlenmenin gizli tehlikelerinden söz etmiştim. Aradan daha yirmi gün geçmeden öngörüm gerçekleşti:

Koalisyon ortağı El Fetih ile silahlı çatışmaya giren HAMAS, Gazze’nin tamamında üstünlük kurarak, yaptığı işi "İslam devletinin ilk adımı" ilan etti.

Koalisyon ortaklarından El Fetih, Yaser Arafat önderliğinde iyi-kötü bir Filistin devleti yaratmıştı. Bu devlet "laik" eğilimli bir devlettir.

Geçen yıl seçimleri kazandıktan hemen sonra AKP tarafından davet edilen HAMAS ise İslamcı bir partidir. Bunun sonucu olarak, küçük Filistin’i parçalayıp kendi mikroskobik İslam devletini kurmaya çalışmaktadır. Ancak böylece ABD ile İsrail’in ekmeğine yağ sürüyor.

* * *

Bir arkadaşımız, İslamcı siyaseti temsil eden HAMAS, Hizbullah, Müslüman Kardeşler ve Milli Görüş’ün mahalle politikaları ile çok etkin olduklarını yazmıştı. Arkadaşımız bu politika ile Milli Görüş’ün AKP içinde çok etkili olduğunu açıklamıştı.

Müslüman Kardeşler ve onun izinden giden HAMAS ve Hizbullah gibi hareketler camiler, lokaller, okullar, hastaneler, işyerleri ve fabrikalar kurarak; sosyal, kültürel ve ekonomik olanaklar sunarak halkın midesini ve kalbini kazanırlar. Bu, işin görünen yüzüdür. Görünmeyen yüzde kendi silahlı kuvvetleri vardır. Zamanı gelince ortaya çıkar. Amaçları toplum içinde alternatif İslami toplumlarını kurmaktır. Olanak bulurlarsa devlete el koyarlar. Bunu yapamazlarsa HAMAS’ın yapmakta olduğunu yaparlar ve ülkeyi bölerler.

Çünkü tek amaçları vardır: İslami devlet kurmak.

HAMAS amacına ulaşacak mı? ABD, İsrail ve Arap Birliği böyle bir darbeye izin verecekler mi? Bunları pek yakında göreceğiz. Şimdilik gördüğümüz şudur: İslam’ı kendisine referans yapan her siyasal oluşum barış içinde amacına ulaşamazsa, sonunda HAMAS’ın denediğini denemek zorundadır. Bunun böyle olduğunu HAMAS kanıtlamıştır.

Bu nedenle Milli Görüş’ün, Fethullah’ın okullar açması, ticaret, bankacılık ve sanayi işlerine el atması İslami hareketin görünen yüzünü temsil ediyor. AKP de aynı yöntemi uygulayarak seçmene gıda yardımı, kömür yardımı, para yardımı yapıyor. Yani küçük boyutlarda da olsa Müslüman Kardeşler’in, HAMAS’ın, Hızbullah’ın yöntemini uyguluyor. Milli Görüş ve Fethullah söz konusu yöntemi bir başka boyutta gerçekleştirmeye çalışıyor.

Böylesine oluşumlar her an Müslüman Kardeşler’e, HAMAS’a ve Hizbullah’a dönüşebilirler.

* * *

ABD’nin, AB’nin, NATO’nun terörist kabul ettiği HAMAS’ı AKP neden davet etmişti? ABD’den zaparta yemeyi neden göze almıştı?

Ekonomide, iç ve dış siyasette başarısız bir AKP’yi, halkın yoksulluğuna, işsizliğine çare olamamış bir AKP’yi bir kısım seçmen neden hálá tutmaktadır?

Bu soruların yanıtını siyasette değil dinci cemaat yapılanmasında, tarikat yapılanmasında aramalıyız. Ve HAMAS’ın bu son yaptığını asla unutmamalıyız!

Özdemir İNCE

Kim halkın, kim seçkinlerin partisi

YIL 1945...O gün Meclis’te hava çok gergindi.

Devrim niteliğindeki "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu" görüşülecekti.


CHP içindeki bazı toprak ağaları bu kanun tasarısına şiddetle karşıydı.

Görüşmeler başlar başlamaz isyan bayrağını çekerek ayaklandılar.

Yasaya göre tarıma elverişli yerlerde 1000 dönümün üzerindeki topraklarla, tarıma elverişsiz yerlerdeki 2000 dönümün üzerindeki topraklar devlet tarafından kamulaştırılacaktı.

Bu topraklar, topraksız köylülere dağıtılacaktı.

Üstelik bu kamulaştırmalarda ödemeler toprakların gerçek bedeli üzerinden değil, arazi vergisi bedeli üzerinden yapılacaktı.

Aralarında Aydın Milletvekili Adnan Menderes’in de bulunduğu büyük toprak sahipleri, yasanın çıkmaması için büyük çaba harcadılar ve sonunda karşı oy kullandılar.

Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Emin Sazak bütçeye de ret oyu verdiler.

* * *

Bu 5 milletvekili 7 Haziran 1945’te de "Dörtlü Takrir" (Dörtlü Önerge) verdiler.

Aslında devrim niteliğindeki toprak reformuna karşı oldukları için muhalefet bayrağı açan bu dört milletvekili önergelerini "Ulusça özlenen demokrasiye ulaşmak" amacıyla verdiklerini açıkladılar.

Ve kısa bir süre sonra da CHP’den istifa ettiler.

Demokrat Parti’yi kurarak seçime katıldılar.

1946 seçimlerinde iktidar olamadılar ama 1950 seçimlerini büyük bir çoğunlukla kazandılar.

1950 seçim kampanyası boyunca topraksızlara toprak dağıtılmasına karşı çıkan DP yöneticileri, CHP’yi "Aristokratların partisi" diye suçladılar.

* * *

AKP’yi Demokrat Parti’nin çizgisine oturma stratejisi izleyen Başbakan Erdoğan, Bingöl, Muş mitinglerinde CHP’yi "Seçkinlerin partisi" olarak tanımladı.

Belli ki Erdoğan Menderes’in söylemlerini de taklit ediyor.

"Dokunulmazlıkları kaldıralım, milletvekilleri hesap versin" diyen...

Dar gelirli kesimlerin haklarını savunan...

Yolsuzluklara, Ali Dibo’lara, keyfi özelleştirmelere, ihalelerin yandaşlara verilmesine karşı çıkan...

Devlet kadrolarının partililerle doldurulmasına engel olmak için çaba harcayan...

Laik, demokratik Cumhuriyet’in, Atatürk devrimlerinin arkasında duran...

CHP "Seçkinlerin Partisi"...

Ama bütün bunları yapan, her ilde yolsuzluk çeteleri "Ali Dibolar"a teslim olan, lideri sürekli halkı azarlayan AKP ise "Halkın partisi".

* * *

Nutuk atarak halkçı olunamayacağını Başbakan Erdoğan’a anımsatmak gerekir.

Unutmasın ki Erdoğan’ın devr-i iktidarında Türkiye’de açlık sınırı altındaki insan sayısı 623 bine yükseldi.

Yoksulluk sınırı altında yaşayan insanlar ise 14.6 milyona ulaştı.

Tıpkı Orhan Veli’nin "Vatan İçin" şiirinde üç cümleyle anlattığı gibi...

"Neler yapmadık şu vatan için!

Kimimiz öldük;

Kimimiz nutuk söyledik."


Tufan TÜRENÇ

4 Haziran 2007 Pazartesi



Siyaset dünyamızın yalnız insanları


ONLAR ilkelidir, inandıkları doğrulardan şaşmazlar...Çıkar uğruna yollarını değiştirmezler.

Onlar ceylan derili turuncu koltuklarda oturabilmek için çizgilerini kırıp atmazlar.

Ülke ve toplum çıkarlarını daima kendi çıkarlarının önüne koyarlar.

Çifter çifter lüks otomobilleri, yatları, katları, malikaneleri, dönüm dönüm toprakları yoktur.

Onlar dindar da olsalar, ateist de olsalar daima akıllarıyla hareket ederler.

Çağın gelişimine, değişimine açıktırlar.

Onlar düşünceleri bakımından dürüsttürler.

Öyle eğilip bükülmezler, toplumun hakkını hukukunu korurlar.

Yoksulları düşünürler, adaletsiz gelir dağılımı onları rahatsız eder.

Devlet olanaklarını ona buna peşkeş çekmezler...

Aile bireylerine, akraba ve dostlara çıkar sağlamazlar.

Devletin malını mülkünü, kendi malları ve mülklerinden fazla düşünürler.

* * *

Onlar çocuklarını, varlıklı dostlarının verdiği paralarla yurtdışında okutmazlar.

Yolsuzluğa, talana, devletin soyulmasına izin vermezler.

Hırsızları koruyup kollamazlar, ihale dalaverelerine girmezler.

Devletin malını haraç mezat sattırmazlar.

72 milyonun hakkını sonuna kadar korurlar.

Fakir fukaranın hakkını yedirmezler.

Onlar siyasete girdikten sonra ticaretle micaretle uğraşmazlar.

Başbakan, bakan olduktan sonra servetlerine servet katmazlar.

Tersine siyasete atıldıktan sonra arsa satarlar, kat satarlar.

Onlar için koltuk, makam değil, tertemiz bir isim bırakmak, başı dik yaşamak önemlidir.

* * *

Onlar Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in değerini bilirler.

Laik, demokratik rejime bağlıdırlar.

Cumhuriyet’in kazanımlarına sahip çıkarlar.

"Kişiler laik olmaz, devlet laik olur" demezler, bunun tartışma konusu olmasına karşı çıkarlar.

Cumhuriyet’in kurumlarıyla kavga etmezler, yargıyla didişmezler.

Çünkü "hukuk devleti kavramı" onlar için kutsaldır.

Üniversiteleri bilimsel kurumlar olarak görürler, gelecek nesilleri yetiştirecek olan bu kurumların tarikatlara teslim edilip medreselere dönüştürülmesine karşı çıkarlar.

Bilgi çağını yakalamanın tek yolunun çağdaş eğitimden geçtiğine inanırlar.

Toplumun her kesimiyle kavga etmezler, tersine onlara kucak açarlar.

Onlar herkesin milletvekili, bakanı, başbakanı, cumhurbaşkanı olmaya özen gösterirler.

Onlar tüm vatandaşları eşit görürler, kimseyi "benden, benden değil" diye ikiye bölmezler.

Onlar siyaset dünyamızın yalnız insanlarıdır.

Onurlarından kesinlikle ödün vermezler.

Ceylan derili turuncu koltuklar uğruna bütün geçmişlerini, kimliklerini feda etmezler.

Onlar saygın insanlardır.

Ne yazık ki onların sayıları bir elin parmakları kadar azdır.

Tufan TÜRENÇ

27 Mayıs 2007 Pazar

Akıl ve mantık görmeyince gözlerin yararı az olur!

SÖZLER uçar, yazılar kalır, denir ya...Hafızanızı bir yoklayın. Bakalım hatırlayabilecek misiniz? 1996 yılında yapılan ve 21 Ağustos 2001 tarihli gazetelerde bir kez daha yayımlanan aşağıdaki sözler kime ait? Bilinen bir olaydır, insan sözünden yakalanır:1) "Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye! Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına? Bu ne menem şey? Çıkıyor İçişleri Bakanı’Devlet dine karışır’ diyor. Eeee... Neden din devlete karışır demiyorsun?"2) "Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik."3) "Ben Müslüman’ım diyenlerin tekrar yanıma gelip bir de aynı zamanda laikim demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslüman’ın yaratıcısı Allah kesin hákimiyet sahibidir. ’Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ lafı koskoca bir yalan. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır!"4) "Avrupa Birliği’ne girmek için koşturuyorlar. Onlar da bizi almamayı düşünüyor. Eee... Biz de girmemeyi düşünüyoruz. Avrupa Birliği’nin asıl adı Katolik Hıristiyan Devletler Birliği’dir."5) "Yahu, bu milletin bütünlüğü ’Ne mutlu Türk’üm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı otuzu aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu. Biz de inanç birliğiyle tutacağız!"6) "Doğumevlerinde yalnız kadın doktorlar çalışacak. Öğretmenlikte yetişmiş başörtülü kızlarımız var. Şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız anaokullarında yavrularımızı yetiştirecek."7) "Türkiye Cezayir olur mu, diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah’ın izniyle... Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye talip. Bu çalışmalarımız, senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır."8) "Bir buçuk milyar nüfuslu İslam álemi, Müslüman-Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Işıkları göründü. Allah’ın izniyle kıyam başlayacak!"9) Ve diğer bazı sözleri: "Yılbaşına karşıyım", "İmamlar da nikáh kıysın", "İstanbul’u Medine yapacağız", "Ben İstanbul’un imamıyım!" vs..."Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir" denir. Yukarıdaki sözler Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "değişmeden önce" söylediği laflar. Şimdiki söylemleri hayli farklı:"Cumhuriyetimizin muasır medeniyetler hedeflerine koşabiliriz. Enerjimizi birbirimizi yormaya, yıpratmaya harcamamalıyız... Rakamlar konuşuyor, ben konuşmuyorum. Herhalde bu yan gelip yatarak olmadı, çalışarak oldu" diyor ve pespembe Türkiye çiziyor. Ne güzel değil mi? Peki, Erdoğan gerçekten değişti mi?Çevresindeki yalakalar Başbakan’ın değişmiş olduğunu söylüyorlar. Fakat o hiçbir zaman, "Ben eskiden başka türlü düşünüyordum, şimdi fikrim değişti" demedi, demiyor. Bunun yerine, başka şeyler söylüyor... Mesela değiştikten (!) sonra söylediği, siyaset literatürüne geçen ünlü sözlerinden bazıları:"Al ananı da git buradan.""Hayatında iki koyun gütmemiş adamlar.""Çağırın şu sahtekárı.""Lan terbiyesizlik yapma.""Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.""Kırk çürük yumurtadan bir tane sağlam yumurta çıkmaz!""Artistlik yapma lan!"Çıkan bunca gürültüye rağmen çevresi öyle baskı yapıyor, onu öyle yanlış yönlendiriyor ki, o da böyle kavgacı bir politika izliyor. Partisinin yapısı çağdaşlıktan uzak. Olaylara tersten bakıyorlar! Akıl ve mantık görmeyince gözlerin yararı az oluyor.

4 Mayıs 2007 Cuma

Gelecek için yararlı dersler

ANAYASA Mahkemesi, cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili aldığı kararla, cumhuriyet, demokrasi ve Anayasa konusunda yıllardır yazdıklarımın ne kadar haklı oluğunu kanıtlamıştır: Cumhuriyet ve Anayasa’nın kurallarına saygı! Demokrasinin iki doğal kaynağına bağlılık!AKP hükümetinin cumhurbaşkanlığı seçimi süresinde izlediği yanlış politikadan ve Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karardan çıkartılacak çok önemli dersler var. Bu dersleri ilgililerin dikkatine sunuyorum:68’E ÖZEN YOK1. Çağdaş demokratik cumhuriyet, bir anayasal rejimdir. Bu Anayasa’da cumhuriyetin nitelik ve özellikleri yazar. Örneğin siyasal partiler:"Siyasi partiler önceden izin alınmadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler. Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez" Anayasa Madde 68).AKP hükümeti, eylemleri ve uygulamalarında Anayasa’nın 68. maddesinin zorunlu kıldığı özeni göstermemiştir.174’Ü ÇİĞNEMİŞTİR 2. AKP hükümeti, Anayasa’nın 174. maddesinde yer alan, inkılap kanunlarının korunmasına dair hükümleri, başta öğrenim birliği ilkesi olmak üzere sık sık çiğnemiştir.3. AKP hükümeti, Cumhuriyet kurumlarıyla sık sık çatışmış ve bu kurumlara gereken saygıyı göstermemiştir. Bunun en son örneği, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Anayasa Mahkemesi’nin aldığı son kararla ilgili sözleridir: "Anayasa Mahkemesinin kararı, demokrasimize sıkılmış bir kurşundur."4. AKP hükümeti, eylem ve uygulamalarıyla, Anayasa’nın değiştirilmez ikinci maddesinde yer alan laiklik ilkesini sık sık çiğnemiştir.5. AKP hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti demokrasisinin temel niteliklerini ve çerçevesini belirleyen 2. maddesini sıkça yok saymıştır.6. AKP hükümeti, kuvvetler ayrılığı bağlamında, yargı erkinin TBMM’nin yasama ve hükümetin yürütme işlemlerini denetlemek hakkına sahip olduğunu bilmezden gelmiştir. Başta Başbakan olmak üzere AKP’nin bütün yöneticileri, Arend Lijphart’ın, Ergun Özbudun ile Ersin Onulduran tarafından çevrilen "Çağdaş Demokrasiler" (Yetkin Yayınları) adlı kitabının "Yargı Denetimi" (S. 166) bölümünü dikkatle okumalıdır. ÖZELEŞTİRİ YAPMAMIŞTIR 7. Siyasal hayatta, geçmişte söylenmiş bütün sözler bağlayıcıdır. Değiştiğini ileri süren her siyaset adamı bu sözlerinden dönmüş ise kamu önünde ciddi bir özeleştiri yapmak zorundadır. Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül bu çok önemli etik zorunluluğu yerine getirmekten kaçınmışlardır. Bu kaçış yüzünden Cumhuriyet ve demokrasi dersinden sıfır almışlardır!8. Basında kalem oynatanlar, radyo ve televizyonlarda konuşan İslamcı ve neoliberaller için önemli not: Siyasal partiler ile iktidarların eylemlerinin Anayasa’nın mihenk taşına mutlaka vurulacağını en kısa zamanda öğrenmek zorundadırlar. Anayasa’yı savunmadan demokrat olunamaz! Önce Anayasa!

ÖZDEMİR İNCE

Bu ülkenin çocuğu olmanın yükümlülüğü

Tufan TÜRENÇ



BAŞBAKAN Erdoğan önce çıktı, Anayasa Mahkemesi’nin kararı için "Demokrasiye sıkılan kurşun" dedi.Yoğun tepkiler üzerine tam bir "U dönüşü" yaparak bu sözleriyle Anayasa Mahkemesi’ni değil, Baykal’ı eleştirdiğini söyledi.Bir lider, hele hele Türkiye’ye çağ atlattığını iddia eden bir lider böyle bir "U dönüşü" yapmamalı.Ya böyle bir söz söylememeli, ya da söylediklerinin arkasında durmalı. Zaten Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde uyguladığı stratejiyle başarılı bir liderlik örneği de veremedi.Çünkü sürdürdüğü politika fiyaskoyla sonuçlandı.Hem askerden, hem de halktan muhtıra yedi. Laik, demokratik cumhuriyet duyarlılığı içinde olan milyonlarca insan sokaklara döküldü ve Erdoğan ile partisini protesto etti.İnsanlar Erdoğan’ı cumhuriyete, cumhuriyetin kazanımlarına, ilkelerine karşı olmakla suçladı.Böyle bir partinin adayının Çankaya’ya çıkmaması için kararlı olduğunu haykırdı. Son günlerdeki gelişmeler ve alınan birbiriyle çelişkili kararlar, bu iki depremin AKP iktidarının kimyasını bozduğunu ortaya koyuyor.* * *Şimdi gelelim son AKP Grubu’nun yaptığı toplantıya...Gruba getirilen bindirilmiş kıtalara "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye slogan attırmak, AKP’nin yaşadığı travmayı atlatmasına yetecek mi?Bu sloganlar, alkışlar 550 milletvekilli parlamentoda 352 milletvekili olan bir partinin liderinin başarısızlığını örtebilecek mi?Bu fiyasko toplumdan gizlenebilecek mi?Buna olumlu yanıt vermek olanaksız. Gerçek ortadadır: Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimini götürememiştir. Ayrıca her gün yeni hatalar yapmakta, birbiriyle çelişen kararlar almaktadır. Sürekli kriz üreten ve bu krizlerin altında kalan bir politikacı durumuna düşmüştür. Tek başarı kazandığı yer, ürettiği krizleri muhalefetin ve medyanın üzerine atmakta gösterdiği beceridir.Taraftarlarına hiçbir mantık ölçüsüne sığmayan "Yüzde 60 oyla geliriz" moralleri pompalamaktadır. Siyasi stratejisinin tamamını günlük ayak oyunlarına bağlamak, tutarlı bir politika sayılamaz.* * *Şimdi bu iktidardan kurtulmak isteyen, bu iktidarı laik, demokratik cumhuriyete tehdit olarak gören insanlara önemli bir görev düşüyor. Herkes sandığa gitmelidir. Bu bir vatandaşlık görevidir. Bu görevi yapmamak, millet olarak önümüze çok ağır faturalar getirir. Biliyorum, 22 Temmuz zor bir tarih.Bu tarihin birtakım art niyetlerle bilinçli olarak seçildiğini de biliyorum. Ama halkımız, bütün bu oyunları yenmek zorundadır.Bugün, geçen seçimde sandığa gitmeyen 10 milyona yakın insanın duyarsızlığının faturasını ödüyoruz.Eğer o insanlar oylarını kullanma sorumluluğu içinde olsalardı, bugün AKP iktidarıyla boğuşmak durumunda kalmayacaktık. Halkımız, iki eli kanda olsa bile sandığa gidip oyunu cumhuriyete sahip çıkacak partilere vermelidir. Bunu yapmak, bu ülkenin çocuğu olmanın yükümlülüğüdür.

24 Nisan 2007 Salı

Facianın Düşündürdükleri

İlter TÜRKMEN


Malatya faciasının düşündürdükleri


MALATYA’da Protestan kilisesine bağlı üç kişinin Taliban, El Kaide ve Irak’taki dini fanatiklerin kurbanları gibi boğazları kesilerek katledilmeleri, kuşkusuz hepimizi bir vicdan muhasebesine zorluyor.Bernard Lewis’in Müslüman ülkelerdeki geri kalmışlığın nedenlerini inceleyen kitabının başlığından esinlenerek, "nerede hata yaptık" sorusunu sormamız ve bu soruya mutlaka bir cevap bulmamız gerekir. Malatya’daki olayın izole bir olay olmadığı, daha önce de benzer eylemlere girişildiği göz ardı edilemez.Genellikle, İslam bir barış ve hoşgörü dinidir, şiddet ve teröre cevaz vermez, deniyor. İyi de önemli olan dinin nasıl yorumlandığı ve bu yorumun gerçekte ne gibi sonuçlar doğurduğudur. Eğer dini yorumlar fiiliyatta diğer dinlere karşı nefreti ve şiddeti körüklüyorsa, bu yorumların üzerinde de durulmalıdır.

* * *

Diyanet İşleri Başkanı, isabetli bir açıklamada bulunarak katliamı dine, vatana ve millete ihanet olarak vasıflandırdı ve misyonerlerin faaliyetlerinin bir tehlike teşkil etmediğini belirtti.Fakat başkanlığa bağlı Diyanet Vakfı’nın "Misyonerlik" kitabında, misyonerliğin Haçlı savaşlarının bir devamı şeklinde gösterildiğini öğreniyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı, tutarlı bir yaklaşımla dini hoşgörüyü sürekli teşvik edecek girişimlerde bulunmalıdır.Tabii Türkiye’de sorun radikal dini inançlardan ibaret değil. Milliyetçi fanatizm, dini fanatizmle iç içe geçmiş durumda. "Kuran kitabımız, Turan hedefimiz" gibi sloganların yansıttığı "Türk-İslam sentezi"nin çok destek bulduğu bir gerçek. Meselenin bir başka yönü daha var. Laikliğin en ateşli taraftarları, bütün dinlere saygıyı savunacaklarına meydanlarda misyonerliğin ulusal bir tehlike olduğunu ilan edip duruyorlar.Bir siyasi parti liderine göre misyonerlik, Türkiye’yi bölme senaryolarının bir parçası. Yüksek sorumluluk mevkilerinde, AB ve ABD’yi de Türkiye’yi bölme komplolarının aktörleri olarak görenler çok. Birinci Dünya Savaşı’ndan bitkin çıkmış bir Türkiye bile bölünemedikten sonra bugün nasıl bu amaca ulaşılabilecek, o belli değil.Bana göre Türkiye’nin bölünmesi için ABD ile büyük AB ülkelerinin Türkiye’yi müştereken işgal etmelerinden başka bir yol yok! Böyle bir olasılık da galiba ufukta pek gözükmüyor.

* * *
Birinci Dünya Savaşı’ndaki göçler ve daha sonra Yunanistan’la ahali mübadelesini takiben İstanbul ve Anadolu’da gayrimüslimlerin sayısında büyük bir azalma olmuştu. Artık bir tehdit oluşturmaları söz konusu değildi. Fakat azınlıklara daima derin bir kuşkuyla bakıldı. Tam Türk vatandaşı olarak algılanmadılar.Hukuki metinlere bile "Türk vatandaşı yabancılar" gibi ibareler sokuldu. Azınlıklara yönelik önlemler her zaman siyasi otoritenin kararıyla alınmadı. Azınlıkları sürekli milli bir tehlike olarak algılayan bürokrasi çok kere emrivakiler yoluna başvurdu. Azınlıklara karşı duyulan kuşku, din değiştirmelerine de sirayet etti.Türkiye, halen bütün Müslüman ülkeler içinde en az başka dinden insan barındıran bir ülkedir. Bazı Arap ülkelerinde Hıristiyanların oranı, nüfusun yüzde 10’una kadar varıyor.Türkiye’de en fazla birkaç bin kişi şimdiye kadar Protestan oldu diye telaşa kapılmak, konuyu rahmetli Ecevit’in yaptığı gibi bir güvenlik tehdidi algılamasıyla Milli Güvenlik Kurulu gündemine taşımak, paranoya değil de nedir?Türk milletine vehimler aşılayarak siyasi amaçlarına varmaya çalışanlar, ülkenin gittikçe daha kutuplaşmasına ve sonunda bölünmesine hizmet ettiklerini nihayet anlamalıdırlar.Türkiye’nin dışarıdan kaynaklanan sorunları elbette vardır, fakat içeriden kaynaklanan sorunları çok daha tehlikeli boyuttadır. Çareleri dışarıda değil, içeride arayalım.

23 Nisan 2007 Pazartesi

Çocuklarımızın eğitimi

Ercan KUMCU



Çocuklarımızın eğitimi


Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklarımızın eğitimi üzerine eleştirisel bir bakış açısıyla biraz kafa yormamızın faydalı olacağını düşünüyorum.

Nasıl bir nesil yetiştirip bu nesle hedefe uygun nasıl bir eğitim olanağı sunulması gerektiği yalnız bizim değil, tüm ülkelerin önemli sorunlarından biridir. O nedenle "eğitim reformu" her ülkede konuşulur. Hiçbir ülke "ben doğruyu buldum ve uyguluyorum" diyecek durumda değildir. Çünkü, konu hem karmaşıktır hem de konunun zaman içinde değişime açık dinamik bir tarafı vardır.

NASIL BİR NESİL

Her şeyden önce, çocuklarımızın eğitimini küresel bir boyutta düşünmemiz gerekiyor. Çocuklarımız ileride yalnızca kendi ülkesindeki arkadaşlarıyla değil, tüm dünyadaki meslektaşlarıyla yarışacak. İşgücü giderek akışkan oluyor. Çinli Amerika’da çalışıyor. Amerikalı Hindistan’da görev alıyor. Türkler Londra piyasasını istila edebiliyor. Yabancıların ülkemizde çalışmalarına çocuklarımızın iş olanaklarını azaltıyor diye bakamayız. Çünkü, bizim çocuklarımız da başka bir milletin çocuklarını işlerinden edebiliyor.

Çocuklarımız artık yalnızca bir değil, birden fazla yabancı dil konuşmak zorunda. Bir yabancı dil bildiğinizde, küresel piyasada yabancı dil bilmiyormuş gibi hissedilmeye başlandı. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi geçmişin popüler dilleri değil, Çince, Rusça, Japonca ve İspanyolca gibi diller yaygınlaşmaya başladı.

Artık, içine kapalı, kendi ülkesinden başka dünyayı tanımayan katı milliyetçi eğitim yaklaşımı geçersiz olmaya başladı. Kendi ülkesini bilmek yanında, dünyayı tanıyan, dünya sorunlarını tartışabilen, dünyada olup bitenleri takip edebilen nesiller yetiştirmek zorundayız. Ezberci değil, analiz yeteneği gelişmiş insanların başarı şansları var.

Doğru olarak kabul edilenleri sorgulayabilme yeteneği olan, ama sloganlara sarılmış bir nesil değil, düşüncelerini ve yaklaşımlarını bilgi ile destekleyebilen öz güveni gelişmiş, bilgisayar teknolojisinden yararlanmayı günlük hayatının bir parçası yapabilmiş bir nesil yetiştirmek zorundayız. Aksi taktirde, bizim çocuklarımız, kendi ülkesinde başkaları tarafından iş piyasasından kovulacaklar, ama başka ülkelerde başkalarının çocuklarını işlerinden edemeyeceklerdir.

Kendini yazılı ve sözlü olarak ifade edebilen bir nesil yetiştirmek gerekiyor. İletişim küresel ekonominin en önemli öğelerinden biri haline geldi. Topluluk önünde konuşma yeteneği gelişmiş, düşüncelerini en kısa yoldan anlaşılır ve kısa bir biçimde yazılı ve sözlü olarak ifade edebilen bir nesil hedeflemeliyiz. Okuma alışkanlığı edinmiş, okumayı televizyonlarda anlamsız dizileri seyretmeye tercih eden insanlara ihtiyacımız var.

ATAMIZIN VİZYONU

Çok iyi matematik öğretebiliriz. Tarih, coğrafya ve fen derslerinde çok başarılı öğrencilerimiz olabilir. Bunların hepsi gerekli olabilir, ama hiçbir biçimde yeterli değillerdir.

Çocuklarımızı okullarda bu açılardan değerlendirmemiz gerekiyor. Çoktan seçmeli sorular yoluyla değerlendirip çocuklarımızı liselere ve üniversitelere yerleştirmeye çalıştığımız sürece 21nci yüzyılın talep ettiği insan gücünü yetiştirebilmemiz mümkün değildir. Bu değerlendirme yöntemleri nesilleri yanlış yönlendirmek anlamına gelir.

Böyle bir nesil yetiştiremediğimizde, doğal olarak korumacılık eğilimleri güçlenecek ve milliyetçi söylevlerle kendimizi dış dünyaya kapatmanın daha ehven olacağını düşünmeye başlayacağız. Bu olasılık gerçekleşme yoluna girdiğinde, bu büyük günü çocuklarımıza adayan bir neslin vizyonunu ıskalamış olacağız.

Bayramımız hepimize kutlu olsun.

Türban ve Çankaya

Emre KONGAR

12 Eylül 1980 askeri darbesini izleyen yıllarda dinci yazar ve düşünür kardeşlerimiz, açık oturumlarda, panellerde, köşe yazılarında hep bir gerçeği dile getiriyorlardı:
"Biz iktidara gelince kadınların başlarını örtmesi için yasa çıkartmayacağız, halkın baskısı kadınların başlarını örttürecek."
***
"Halk" dedikleri, tabii erkekler, babalar, ağabeyler, kocalar.
Tam bir erkek egemenliği.
Tam bir feodal baskı.
***
Sorun sadece feodalite olsa, pazar ekonomisinin gelişmesiyle aşılır .
Sorun sadece köylülük olsa, tarımın makineleşmesiyle çözülür .
Sorun sadece gecekondu kültürü olsa, kentlileşmeyle o da halledilir .
Hatta sorun sadece din ve mezhep olsa, çağdaşlaşmayla onun bile üstesinden gelinir .
Ama sorun siyasal !
Yukarıdaki bütün öğeler, gelenek, görenek, inanç ve din adıyla, siyaset şemsiyesi altında bütünleştiriliyor .
Bu nedenle de aşılamıyor.
Annelerimizin, anneanne ve babaannelerimizin başörtüsü, türbana, sıkmabaşa, tesettüre dönüştürülüp siyaset sofrasında meze yapılınca sorun çözülemiyor.
***
"Türban, sıkmabaş, tesettür inancımdır" diyenlere sormak gerek:
"Dünyada milyonlarca başı açık Müslüman kadın yaşıyor, onlar dinsiz mi, inançsız mı?"
Türbanı, sıkmabaşı, tesettürü, din adına, inanç uğruna savunanlar bu sorunun yanıtını veremiyorlar .
Çünkü bu bir inanç sorunu değil, bir siyasal simge sorunu .
***
Sıkmabaşı, özgürlük uğruna savunanlara sormak gerek:
"Kendisini inançlı bir Müslüman olarak tanımlayan kadınların başları açık gezme özgürlüğü yok mu?"
Buna da yanıt veremiyorlar, çünkü temelde biliyorlar ki, sorun bir özgürlük ya da inanç sorunu değil, siyasal bir sorun .
***
Sıkmabaşı, türbanı siyasal bir simge olarak kullanan, inançları siyaseten istismar eden görüş, laikliğin korunması için sıkmabaşın kamu alanında yasaklanması gündeme gelince, dışarıda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 'ne, içeride Danıştay 'a, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 'ın ağzından "Efendi bu senin işin değil, konuyu ulemaya (din bilginlerine) sor" diye eleştiri yöneltiyor.
***
Türbanı, sıkmabaşı bir siyasal simge olarak kullanan, inançları siyasal alanda istismar eden bu siyasal görüşün lideri olan Recep Tayyip Erdoğan 'ın veya işaret edeceği bir kişinin Çankaya'ya çıkması, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma niteliğini zedeleyecektir.
***
Çankaya'ya böyle bir kişinin çıkması, anayasa açısından bir sivil darbe değil de nedir?

22 Nisan 2007 Pazar

Suçlu kim?

Özdemir İNCE



Hayır, ben suçlu değilim!


TRAJİK durumlarda verecek yanıt bulamayanlar, "Hepimiz suçluyuz!" diyerek işin içinden çıkarlar. Suç herkese sıvanınca zaten suç kalmaz ortada. Ve suçlu suçundan arınıp güçlenir.

Hayır, Malatya’da işlenen cinayetlerin sorumlusu ben değilim. Cinayetlerin nedeni ister dinsel, ister şoven milliyetçi, ister "karma" olsun!

Cinayetlerin ertesi günü (19 Nisan) Cağaloğlu’nda, bir TC vatandaşı, Protestan kilisesinden bir Hıristiyan’la tanıştım. Öldürülenlerden biri çok yakın arkadaşıymış. Perişandı, korku içinde ağlıyordu. İşyerine gidemeyecek kadar korkmuştu. Benim kim olduğumu bilmiyordu.

ARINÇ’A SORACAĞIM

"Laik bir ülkede yaşıyoruz. Vergimizi veriyoruz, sorumluluklarımızı yerine getiriyoruz. Müslümanların yaşama hakkı var, bizim yok. Ve biz şüpheli vatandaşlarız. Hani laiklik bütün dinlere aynı uzaklıktaydı" dedi. Bürosunda konuk olduğum arkadaşım:

"Meclis Başkanımız, dindar bir cumhurbaşkanı isterse bu böyle olur" diye ekledi.

Ben de söze karıştım:

"Yakında bir yazı yazıp Meclis Başkanı Arınç’a soracağım: Dindar bir Hıristiyan, bir Yahudi, bir Budist cumhurbaşkanı olabilir mi? Yoksa bu hak sadece Müslümanların mı?"

USTURANIN AĞZI

Bayanlar, baylar! Ben yıllardır, Öğrenim Birliği Yasası’ndan (Tevhid-i Tedrisat Yasası’ndan) ilham alan laik, demokratik ve cumhuriyetçi öğrenimi savunuyorum. İtiraz ediyorlar: Öğrenim Birliği tek tip insan yetiştirirmiş, bu da çoğulculuğa, dolayısıyla demokrasiye aykırıymış. Bu türden tutucu iddiaların kendisinden başka dayanağı yoktur.

Laik akıl ile dinsel dogmaların arasında kalan ruh ve zihin kontak yapar. Hastalanır. Dini, okullara bir bilgi edinme yöntemi olarak sokarsanız, eğitim ve öğretimi dinselleştirirseniz "çocuk" ruhu dinamitlenir ve patlar.

Laik denge ve adaletten uzak bir dinsel öğretim, "öteki"ni düşmanlaştırır. Düşmanlık mikrobu ise insanları yalnızlaştırır. Yalnız insan cemaate sığınır. İster dinci, ister ırkçı olsun! Bu ise terörün giriş kapısıdır. Öyle bir an gelir ki terör için bir merciden buyruk almak gerekmez, eylem bireysel, bağımsızdır, eylemcinin eylemi tek başınadır.

Katilleştirilen, katilleşen kim? Taşralı, dar gelirli ya da yoksul, okuma özürlü, çağ tarafından ezilmiş, örselenmiş, usturanın keskin ağzında yürüyen gençler. Çoğu özel tarikat yurtlarının ürünü. Tarikatlar gençleri ikiye ayırıyor: Efendiler ve paryalar! Efendi olacakları Sosyal Bilimler Liseleri’nden, seçkin ve ciddi okullardan seçiyor. Paryaların kaynağı da artık belli.

SORUMLU O SAĞ’DIR

Bu nedenle, işin içinde yabancı parmağı olsa bile, Trabzon, Hrant Dink ve Malatya cinayetlerinin sorumlusu 1950’den bu yana ülkeyi yöneten sağ iktidarlardır. O tarihten bu yana, karşı devrimin bu olayların doğrudan sorumlusu olduğunu düşünüyorum. Yarattığı kültür, ahlak ve dünya görüşü bu cinayetlerle suçüstü yakalandı. Ülkemizin liberalleri bu gerçeği ne yazık ki kavrayamıyor. Liberalin, cumhuriyet ve laiklik karşıtı olması mümkün mü? Bizde mümkün! İslamcılar ve neoliberaller, cumhuriyetin temel ilkelerini tartışma konusu yaptıkça ülke huzur bulamaz. Cumhuriyetçi demokrasi ve laiklik, can ve mal güvenliğidir! Gençleri tarikatların ve İslamcı cemaatlerin eline ben teslim etmedim!

Bir örümcek kafalının hezeyanları

Ertuğrul ÖZKÖK



Bir örümcek kafalının hezeyanları


RAHMETLİ babam, imbatın yüzümüzü okşadığı güzel İzmir akşamlarında rakısını yudumlarken, bir şükür haleti ruhiyesi içinde şunu söylerdi:

"Oğlum burası bizim son vatanımız. Gidecek başka yerimiz yok."

Rahmetli babam, Bulgaristan’da Kırcali Kasabası’nın bir köyünde doğdu.

Şimdi İzmir’e tepeden bakan bir mezarlıkta yatıyor.

Hayatımız boyunca son durağımızı, anavatanımızı, ülkemizi, Türkiye’mizi hep gururla anlattı.

Geldiği Bulgaristan’ı ve Bulgarları ise ne aşağıladı, ne bize düşmanlık aşıladı.

Sıkı bir Adnan Menderes’çiydi.

İnönü’ye çok kızgındı, ama eşimle benim nişan yüzüğümüzü taktığı akşam İnönü’yü tanıdı ve çok sevdi.

Ölümünden iki üç hafta önce benden istediği son şey, güzel bir Atatürk portresiydi.

Çerçeveletip gönderdiğim o Atatürk portresi, hálá son nefesini verdiği odada asılı duruyor.

Ailemin, akrabalarımın büyük çoğunluğu 70’li yıllarda Ecevit’e döndüğü halde, o hep demokratik sağı destekledi.

Demirelci oldu. Sonra Özalcı.

* * *

Geçen gün Yeni Şafak Gazetesi’nde, bir öğretim üyesinin Rumeli göçmenleri hakkında yazdıklarını okurken, gözümün önüne babam geldi.

Uzun süreden beri ilk defa ağladım.

Yazıyı yazan kişi Mücahit Bilici.

Üstelik ABD’de Michigan Üniversitesi’nde öğretim üyesi.

Kendince siyasi bir tahlil yapıyor.

Biliyorum bugün pazar.

Hepimizin durup nefes aldığı gün.

Müzik dinlediğimiz, yeni ürün zeytinyağlarına ekmeğimizi batırıp yediğimiz, bir kadeh şarap, bir bardak bira, rakı ile ruhumuzu rölantiye aldığımız gün.

Biliyorum, sizleri sinirlendireceğim.

Kızmayın lütfen.

Sakin biçimde okuyun bu zatın yazdıklarını.

Ve ülkemizde "öğretim üyesi" kisvesi altında nasıl bir yıkım ekibinin çalıştığını ibretle izleyin.

Sözü Michigan Üniversitesi’nde, yani Batı’da güya öğretim üyeliği yapan bu zata, Mücahit Bilici’ye bırakıyorum:

Buyurun size bir Rumeli göçmeni tarifi:

* * *

"Türkiye’deki mücadele, Balkanlar ile Anadolu arasındaki mücadeledir. Kültürel olarak tanımlanmış iki sınıf koalisyonunun mücadelesidir.

Bir tarafta etnik olarak Türk olmadıkları halde Türklüğü benimseyip genelleştirenler, diğer tarafta etnik olarak Türk oldukları halde üzerlerine özel tanımlanmış Türklük empoze edilenler var.

Bir tarafta Batılılar, sözümona laikler ve göçmenler var, diğer tarafta Anadolulular, dindarlar ve yerliler var.

Bir tarafın başkenti Çanakkale, Tekirdağ, Beşiktaş ve İzmir’dir.

Diğer tarafın başkenti Üsküdar, Kayseri, Erzurum ve Diyarbakır.

Bir tarafta devleti kuranlar var, diğer tarafta üzerlerine devlet kurulanlar var...

Bir tarafta Türkleşmiş ve Türkleştiren göçmen komitacı milliyetçiliğin Balkanlar ve Kafkaslar’dan gelen gruplardan kurulu koalisyonu var.

Öbür tarafta yeni-Türkleşmeyi reddeden ama asıl Türklüğü kabul edilmeyen Türkler (Anadolu Türkleri) ile değişik mağdurlardan (Kürtler vd.) koalisyon var."

* * *

Batı’da ders veren bir öğretim üyesinin yaptığı ayrımı görüyor musunuz?

Rumeli Türklerine, Kafkas Türklerine yapıştırdığı etiketlere bakar mısınız?

"Komitacı", "sömürücü", "Türkleşmiş ve Türkleştiren", "etnik olarak Türk olmayan"...

Durun bitmedi.

Bu zatın asıl amacı şimdi geliyor.

Bu zata göre, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle "Anadolu Türkleri", "Rumeli Türkleri"nin iktidarına son verecekmiş:

"Çok yakında Türkiye’de belki ilk kez halk, kendi cumhurbaşkanını kendi seçtikleri yoluyla seçecek."

Yazıyı okuyunca kendimi tutamadım.

Balkan göçmenlerine, Kafkasya göçmenlerine böylesine insafsızca, hayasızca yüklenen bu kafayı teşhir etmek gerekir diye düşündüm.

Pazar gününüzü işte bu yüzden berbat ettim.

Ve kendini utanmadan "öğretim üyesi" diye takdim eden bu zata haykırmak istedim.

Be adam, Kurtuluş Savaşı’nın en büyük iki kahramanından biri İnönü’nün anne tarafı Rumelili, baba tarafı Malatyalıydı. Buna ne diyeceksin?

Be adam, bu ülkeye "Yeter söz milletin" sloganıyla gelen Celal Bayar, Rumeli asıllıydı, buna ne diyeceksin?

Be adam, bu ülkeyi halk adına 30 yıla yakın süre yöneten Ispartalı Süleyman Demirel, Malatyalı Turgut Özal, Antalyalı Deniz Baykal, babası Kastamonu doğumlu Bülent Ecevit Rumeli göçmeni miydi?

Ayrıca olsa ne yazar?

Güneydoğu’nun Kürt’ünü bu ülkenin "asli evladı" sayıp da Rumeli’nin milyonlarca şehit vermiş çocuğunu "Balkan komitacısı" diye aşağılamanın hangi ahlaki, hangi vicdani, hangi bilimsel izahı vardır.

* * *

Ben Bulgaristan göçmeni bir ailenin çocuğuyum.

Rahmetli babam, "Burası son vatanımız, başka gidecek yerimiz yok" derdi.

Evet yok.

Burada kalacağız ve bu ülkeyi senin gibi örümcek kafalara bırakmayacağız; ne zenci-beyaz diye, ne Anadolulu-Rumelili diye böldüreceğiz.

Seçilecek cumhurbaşkanı da senin örümcek kafanın değil, bütün Türkiye’nin cumhurbaşkanı olacak...

23 Nisan _ 2

Emre Aköz



Atatürk'ün armağanı mı?

Yarın 23 Nisan : ' Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'. Çeşitli etkinliklerle bu bayramı kutlarken şu cümleyi sık sık işiteceğiz: " Atatürk'ün çocuklara armağan ettiği bu bayram..."
Mesela geçen gün NTV'den gelen epostada, yarınki program akışı vardı. Saat 09:00'da " Ata'dan çocuklara armağan " adlı program yayınlanacakmış.
Peki bu gerçek mi?
Hakikaten Mustafa Kemal 23 Nisan 'Ulusal Egemenlik Bayramı'nın aynı zamanda Çocuk Bayramı olmasını istedi mi? Mesela böyle bir emir verdi mi?
Yani 23 Nisan'ı çocuklara armağan etti mi?
Cevap: Hayır! Etmedi.

Biliyorsunuz, Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920'de açıldı. Tam bir yıl sonra, Saruhan (Manisa) Milletvekili Refik Şevket ( İnce ) Bey ve arkadaşlarının teklifiyle 23 Nisan ' Milli Hâkimiyet Bayramı' olarak kabul edildi.
Aradan yıllar geçti. 1929'da Himayei Etfal Cemiyeti (şimdiki adıyla ' Çocuk Esirgeme Kurumu') Başkanı ve Mersin Milletvekili Dr. Fuat
( Umay ) Bey'in girişimiyle 23-29 Nisan arası ' Çocuk Haftası' olarak kutlanmaya başlandı.
23 Nisan 1929'da kurumun genel merkezinde ilk tören yapıldı. Burada Başbakan İsmet İnönü çocuklara şeker dağıttı. Törenlerde tebrikleri kabul eden kişi ise dönemin Meclis Başkanı Kazım ( Özalp ) Paşa'ydı.
Atatürk, 1929'dan 1938'deki vefatına kadar, gerçekleştirilen 10 çocuk balosunun sadece ikisine katıldı.
Özetle: 23 Nisan'ın çocuk bayramı olmasında Atatürk'ün doğrudan bir katkısı yoktur.
Tabii o ' yapmayın' deseydi, yapılmazdı. İtiraz etmediğine göre ve iki kere de balolara katıldığına göre dolaylı bir şekilde onaylamış oluyordu.

Gelelim bayramın 'Milli Egemenlik' yönüne... 23 Nisan, 29 Ekim (Cumhuriyet'in ilanı) kadar önemli bir gündür.
Çünkü Kurtuluş Savaşı'nı Meclis yürütmüş, Padişah'a ve İstanbul hükümetlerine karşı Milli Mücadele'nin meşruiyetini Meclis sağlamıştır.
Eğer Meclis olmasaydı, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, ' padişaha başkaldıran asiler' gibi görünecekti.
Cumhuriyeti kabul eden, Mustafa Kemal'i cumhurbaşkanı seçen de yine Meclis'tir.
Ancak çocuk bayramının 23 Nisan'a bitiştirilmesi bence iyi olmamıştır. Çünkü 'Milli Egemenlik' gibi çok temel bir kavramın, ' himayeye muhtaç' bir varlık olan ' çocuk' ile yan yana getirilmesi olayı sulandırmıştır.
Meclis'in değerini düşürme çabaları bugün de devam ediyor. Mesela dünkü Cumhuriyet gazetesinde, ' Türkiye İnsan Hakları Kurumu' diye bir kuruluşun 'halkımıza' başlıklı bir ilanı yayınlandı.
İlanda sadece Mustafa Kemal'in 15 Ocak 1923'te Eskişehir'de yaptığı konuşmadan bir bölüm yer alıyor. Atatürk bu konuşmasında Meclis'in de hata yapabileceğini, hatta istibdada sapabileceğini belirtiyor.
İlanı verenlerin niyeti açık: Bugünkü Meclis'in meşruiyetini sorgulanır hale getirmek. Ne hikmetse, dört buçuk yıl böyle ilanlar vermeyi düşünmeyenler, tam da Meclis cumhurbaşkanını seçeceği zaman ortaya çıkıverdi.
Bir iki noktayı hatırlatarak konuyu kapatalım:
1) Atatürk öyle konuşuyordu çünkü amacı Meclis'i seçimlere sürüklemekti. Sözünü dinleyen, onu asla eleştirmeyen, kendi tabiriyle ' Kız gibi bir Meclis' istiyordu.
2) Atatürk o gün Eskişehir'de " Biz bütün milletçe, Hükümetçe ve Meclisçe samimi surette barışa taraftarız " da demişti.
3) Ve kötü bir tesadüf: Atatürk bu konuşmaları yaparken, yaveri Salih ( Bozok ) Bey'den gelen telgraf, annesi Zübeyde Hanım'ın vefat ettiğini bildiriyordu. Cenazeye gitmeyen Mustafa Kemal, İzmir'e şu telgrafı çekti: "Verdiğiniz elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin cenaze törenini uygun bir şekilde yaptırınız."

23 Nisan

Yarın, 23 Nisan...

Babası öldü.
Yetim büyüdü.
Üvey evlat oldu.
Tutuklandı.
Hapse atıldı.
Sürüldü.
İşsiz kaldı.
(Şöyle yazıyordu o sıkıntılı günlerde kaleme aldığı günlüğüne: Harcamalarım fazla değil, zira gelirim hep az.)
Hastalandı...
Böbreklerinden.
Vuruldu...
Göğsünden.
Mesleğinden atıldı.
İdama çarptırıldı.
Kardeşleri öldü.
Çocuğu olmadı.
Boşandı.
Karaciğeri iflas etti.
Evet...
Mustafa Kemal bu.

Yarın, 23 Nisan.
"Neşe doluyor insan" klişeleriyle falan olmuyor bu iş.
Evladı olmayan bir yetimin, duygularını anlatın... Anlatın ki, o yetimin, evlatlarımıza bıraktığı hediyenin kıymetini anlasın evlatlarımız.
Bu bayram, onlara anlatıldığı gibi, folklorik bir müsamere coşkusundan ibaret değil çünkü... Anlatın ki, kökeninde barınan derin hüznü kavrasınlar.
İşte liste yukarıda.
Kısacık ömründe bir insanın başına ne felaket gelebilirse, gelmiş... Bunu anlatın.
Direnen...
Teslim olmayan ruhu anlatın.

Korkmasınlar engellerden.
Korkmasınlar yalnız kalmaktan.
Korkmasınlar işsizlikten.
Korkmasınlar parasızlıktan.
Korkmasınlar alçaklardan.
Korkmasınlar doğrulardan.
Yürek dediğin...
Sadece organ değil arkadaş.
Bunu anlatın.

Bahçıvan

Bahçıvan


Günahkâr saydıklarının gırtlaklarını keserek boğazlamayı, kendileri için kutsal bir görev saymış 3-5 genç psikopatın umacı haberleriyle, Ankara'daki siyasal kılıç şakırtılarına bakarak, enseyi karartacak bir ekşimenin içine neden düşmeli ki insan?
* * *
Şöyle sabah erkenden kalkıp, hafifçe gerinirken hava da sisli puslu değilse...
İlk fincan kahve için, suyu çarçabuk kaynatan elektrikli çaydanlığın düğmesine de basınca...
Bundan 50 yıl önce, ne suyu bu kadar çabuk kaynatan elektrikli bir çaydanlık vardı, ne de TV kanallarından yurtta ve dünyada olup bitenleri izleyebilme olanağı.
* * *
Dünya ne Türkiye'den ibaret, ne Japonya'dan, Ne Uganda'dan ve yeryüzüne şöyle tepelerden bakınca...
Bendenizin çocukluğumda Göztepe'den Çamlıca'daki büyük teyzelere; günü birliğine gidip dönemeyeceğimizden, gece yatısına giderdik.
Şimdi ise İstanbul'dan Londra'ya günü birliğine gidip gelenler bile var.
* * *
Fransız İhtilali'yle ortaya çıkan "ulus-devlet" modelinde; egemenlik de, aristokratlardan, demagogların eline geçti ve çok pahalıya mal oldu insanlığa...
2 Dünya savaşında bombalanmadık ne İngiltere kaldı, ne Almanya, ne Japonya ve milyonlarca insan ölüp gitti...
Ölüp gitti de ne oldu; Almanya'nın mı toprakları küçüldü, İspanya'nın mı?
Sadece Osmanoğulları'nın 5 milyon kilometrekare olan egemenlik alanından 34 devlet birden çıktı, o kadar.
* * *
Neyse ki önce Avrupa anladı; tanklar, toplar, bombardıman uçakları, savaş gemileriyle birbirinin başkentlerini harabeye çevirmenin anlamsızlığını ve aynı bayrak altında AB vatandaşlığını geliştirip, büyük oranda da ortak bir para birimine geçti.
Oh be...
Herhalde Türkiye'den daha önce Rusya da AB'ye girince; "Avrupa vatandaşlığı", "Avrasya vatandaşlığı"na dönüşecek...
* * *
Başbakan Tayyip Bey, bendenizin yaşına geldiğinde; pasaportunda "Avrasya vatandaşı" diye yazması olasıdır.
Ve Avrasya Siyasal Müzesine, 16. yüzyılda "Güneş Sitesi"ni yazmış olan Campanella ile aynı yüzyılda "Ütopya"yı yazmış olan Thomas Morus'ün anıtları yanına, ola ki Tevfik Fikret'inki de konacak. Çünkü o da neredeyse yüz yıl önce şu mısraları yazmıştı:
Toprak vatanım, nev-i beşer milletim; insan,
İnsan olur ancak bunu izanla, inandım.
* * *
Ha evet, kimin Cumhurbaşkanı seçileceği tahminleri de, fokurdayıp gitmekte Ankara'da...
O fokurtular da bendenize, Peter Sellers'in "Bahçıvan" adlı eski bir filmini hatırlatıyor.
* * *
ABD'de "WASP" denilen ve Boston dolaylarında şatolara benzer bahçeli büyük malikânelerde yaşayan, elitin eliti bir kesim vardır; beyaz, Anglosakson kökenli, Protestan, zengin bir kesim...
ABD başkanlarıyla, o kesim arasında saç örgüsü ilişkiler adeta gelenekselleşmiş gibidir.
* * *
WASP'lardan büyük bir malikâne sahibinin, dış dünya ile hiç mi hiç ilişkisi bulunmayan, epey safça bir bahçıvanı vardır; efendisinin eski giysilerini, ayakkabılarını, gömleklerini kendisine verdiği bir bahçıvan.
* * *
Bahçıvanın efendisi bir gün ölüverir ve miras sorunlarını çözmeye çalışan avukatlar, dış dünyalardan habersiz saf bahçıvanı, çıkarırlar evden.
Elinde küçük bir çantayla ne yapacağını, ne edeceğini bilemeyen bahçıvan; caddelerden yürürken, kendisine yine WASP'lardan bir ailenin kızı çarpar arabasıyla...
Ayaklarından yaralanan bahçıvanı, hemen kızın babasının malikânesine götürür ve tekerlekli bir sandalyeye oturturlar.
* * *
Bahçıvanın kılığı kıyafeti, eski moda da olsa, çok üst düzeydir. Ve getirildiği malikânede, kendisi de WASP'lardan biri zannedilir.
Kendi bahçesindeki çiçeklerle uğraşmaktan başka bir şey bilmeyen bahçıvanla tanışma konuşmaları başlar:
- İsmi aliniz efendim?
- Bahçıvan...
- Meşguliyet alanınız?
- Bahçemizdeki rengarenk çiçekler ve ağaçlar...
Her sözünde derin bir hikmet olduğu sanılır bahçıvanın.
* * *
Derken ABD Başkanı gelir, bahçıvanın misafir edildiği malikâneye. Malikânenin sahibi, çok yakın bir danışmanıdır Başkanın ve Başkan da bahçıvanla tanışır.
* * *
Başkan sorar bahçıvana:
- Durumlar hakkında görüşleriniz nedir?
Bahçıvan:
- Kökleri kesmemek gerekir, der.
Ve büyük bir hikmet olduğu sanılır bu sözde de...
- Önerileriniz nedir bu konuda?
- Şimdi çapalama zamanı, ilerde bazı çiçekler de toplanıp vazolara konabilir.
* * *
Bahçıvan da, Başkanın dostları arasına katılır ve Başkan'dan sonra adaylığı söz konusu olmaya başlar ABD Başkanlığına...
O ise, her konuşmasında vaktiyle çalıştığı bahçedeki çimleri, çiçekleri, ağaçları anlatmaktadır sadece ve her sözünde bir hikmet olduğu sanılmaktadır.
Harika bir filmdir Bahçıvan...
* * *
Bugün cumartesi, değmez enseyi karartmaya... Hele hele "Avrasya vatandaşlığı" gözlüğüyle de, bakılabiliyorsa olup bitenlere...

Çetin Altan

Kuzey Irak a Müdehale

İlter TÜRKMEN

Kuzey Irak'a müdahale

GENELKURMAY Başkanı'nın 12 Nisan günü basın toplantısındaki konuşması, gerek özü gerek sakin, yapıcı ve hatta nüktedan üslubu ile son zamanlardaki politik gerginliği önemli ölçüde azaltacak nitelikteydi.

Ne yazık ki, Cumhurbaşkanı'nın ertesi günü Harp Akademileri'nde kullandığı, uzlaşma zihniyetinden tamamen yoksun, dogmatik ifadeler ve aynı gün Nokta Dergisi'nin basılması, tansiyonun süratle yükselmesine neden oldu.

14 Nisan'da Ankara'daki miting ise çok ciddi bir kutuplaşma içinde olduğumuzu bir kere daha kanıtladı. Her neyse, ben bugün Genelkurmay Başkanı'nın Kuzey Irak'a müdahale konusunda söyledikleri üzerinde durmakla yetineceğim.

* * *

Orgeneral Büyükanıt, Kuzey Irak'a bir operasyonun askeri açıdan yapılması gerektiğini, bunun fayda sağlayacağını, TSK'nın gerekli güce sahip bulunduğunu, ancak siyasi karara ihtiyaç duyulduğunu vurguladı. Daha önce Dışişleri Bakanı da müdahalenin uluslararası hukuktan kaynaklanan bir hak teşkil ettiğini savunmuştu.

Uluslararası hukuk açısından bakıldığında üç türlü müdahale opsiyonu söz konusu olabilir: Sıcak takip, insancıl müdahale ve meşru savunma. Tek taraflı sıcak takip hakkı, ancak deniz alanlarında geçerli. Karasularınız, güvenliğinize zarar verecek veya suç oluşturan biçimde ihlal edilmişse açık denizde sıcak takip hakkınız var.

Karada ise sınırınızın öbür tarafında bir başka ülkenin egemenliği başladığından, ancak onun rızasıyla takip operasyonu yürütebilirsiniz. Irak ile vaktiyle bu konuda her yıl yenilenen bir anlaşmamız vardı. Bugün yok.

* * *

Bir ikinci müdahale opsiyonu, insancıl müdahaledir. Henüz uluslararası hukuk tarafından kodifiye edilmemiştir; fakat geniş kabul gören kıstaslar mevcuttur. Örneğin, Türkmenlere karşı bir katliama girişildiği takdirde bu hak ileri sürülebilir.

Dikkat edilecek başlıca kriterler şunlardır: Geniş çapta insan haklarının ihlallerinin mevcudiyeti, ilk önce bütün barışçı yolların tüketilmesi, müdahalenin orantılı olması, bölgesel istikrarsızlığa neden verilmemesi, müdahalenin insancıl sonuçlar doğurması.

Nihayet üçüncü müdahale opsiyonu, BM Şartı'nın 51'inci maddesine göre "silahlı bir saldırı"ya karşı meşru savunma hakkının kullanılmasıdır. O zaman da bu hakkın kullanımı amacıyla alınan bütün önlemlerin derhal Güvenlik Konseyi'ne bildirilmesi gerekir.

Konsey, uluslararası barış ve güvenliği korumak için gerekli kararları alabilir. Burada dikkat edilecek bir nokta var. Uluslararası Adalet Divanı'nın içtihadına göre, bir ülkenin toprağına kapsamlı bir operasyon boyutunda silahlı gruplar gönderilmesi "siláhlı saldırı" sayılabilir; fakat "isyancılar"a yardım veya onlara mali kaynak veya silah sağlanması 51. maddedeki tarife girmez.

* * *

En güçlü bir ordunun bile asimetrik bir çatışmaya karşı ne kadar kırılgan olabileceğini, Afganistan'a ve Irak'a müdahaleler tereddüde imkán bırakmayacak şekilde göstermiştir.

Bir müdahalede PKK teröristleri Kuzey Irak'ın dört bir tarafına dağılacaklardır. Onları bulup kesin sonuç almak o kadar kolay olmayabilir. Müdahale uzadığı takdirde ise Iraklı Kürt grupların saldırılarına maruz kalınmayacağını kim garanti edebilir?

Kaldı ki, uluslararası hukukun sınırlamaları bir tarafa, ABD'den, AB'den, bölge ülkelerinden tepkiler ve suçlamalar geleceği kesindir. Operasyonun finansmanının ve siyasi yansımalarının ekonomik etkileri de göz ardı edilemez.

Kuzey Irak'a bir operasyon, ancak siyasi zemini iyice hazırlandığı ve süratle askeri hedefine varabildiği takdirde başarılı sayılacaktır. Aksi takdirde yarardan çok daha fazla zarar getirir.

Enerji

İlter TÜRKMEN

Enerji politikamızda gelişmeler

SİYASİ ve toplumsal çalkantılar içinde bulunduğumuz bir devrede, enerji alanında, Türkiye'nin yalnızca ekonomik geleceğini değil, Avrupa ile Ortadoğu'da politik ağırlığını etkileyecek gelişmeler yaşanıyor.

Ülkemizin bir enerji nakil merkezi haline gelmesini sağlayacak projelerin uygulama aşamasına gelindi. Rusya'nın, Bulgaristan ve Yunanistan ile, Karadeniz'i Ege Denizi'ne bağlayacak Burgaz-Dedeağaç petrol boru hattı üzerinde anlaşmaya varmış olmasına rağmen, Samsun-Ceyhan hattı projesi geçerliliğini korudu ve inşasına başlanıyor. Bu boru hattının kapasitesini dolduracak petrolün nereden sağlanacağı henüz tam belli değil. İki boru hattı rekabet içinde olacaklar. Ancak Samsun-Ceyhan'ın avantajları var. İnşası daha önce başlıyor ve Burgaz-Dedeağaç kadar çevre bakımından sakıncaları yok. Üstelik Ceyhan'da hazır bir altyapı mevcut.

* * *

Gaz açısından da Türkiye jeopolitik denklemin tam ortasında bulunuyor. Gaz tüketiminin %50'sini Rusya'dan temin eden AB, Rusya'nın gazı bir stratejik koz olarak kullanmak istemesinden kaygılı. Economist dergisinin geçen haftaki sayısında belirttiği gibi Sovyetler Birliği askeri gücünü jeopolitik güce çevirmek peşindeydi. Onun nazarında petrol ve gaz askeri masraflarını finanse eden bir kaynaktı. Bugünkü Rusya için ise petrol ve gazın kendisi bir jeopolitik manivela ve bunu fütursuzca kullanabileceğinin kanıtlarını vermekten geri kalmadı. AB bu nedenle gaz ikmal kaynaklarını çeşitlendirmek amacını güdüyor. Türkiye'yi Bulgaristan ve Romanya üzerinden Macaristan'a ve Avusturya'ya bağlayacak Nabucco projesi AB'nin desteklediği bir proje. AB proje çalışmalarını hızlandırmak için bir özel koordinatör de tayin ediyor. Ne var ki, Nabucco hattınından beklenen Rusya'ya bağımlılığı azaltmak, Azerbaycan ve Hazar havzasının, özellikle Türkmenistan'ın gazını ve belki de Ortadoğu gazını Avrupaya sevk etmek iken, Macaristan AB oydaşmasına aykırı bir tutum içine girmekten kaçınmadı. Karadeniz'den ikinci bir Mavi Akım ile daha fazla Rus gazının Avrupa'ya nakline yeşil ışık yakma eğilimine girdi. Türkiye ise AB ülkelerinin büyük çoğunluğu gibi ikinci bir Mavi Akım'a taraftar değil.

* * *

Nabucco projesine Fransa'daki Cumhurbaşkanlığı adaylarının da büyük destek verdiğini kaydetmek gerekir. Le Monde gazetesinin bu konudaki sorularına cevap veren Segolène Royal, 2025'te, bugünkü yılda 500 milyar metreküpe iláveten, Avrupa'nın 250-300 milyar metreküpe daha ihtiyaç duyacağını ve dolayısı ile yeni kaynaklar aranması gerektiğini vurguladı. Sarkozy'ye gelince, Nabucco projesinin AB enerji güvenliği için çok önemli olduğunu ve aynı zamanda Türkiye ve gaz üreticisi Hazar bölgesi ülkeleri ile işbirliğini arttırmaya yaracağını düşünüyor. Nabucco projesinin, gerçekleştiği takdirde, AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin ve üyelik sürecinin kritik bir unsurunu teşkil edeceğini söylemek abartılı olmayacaktır.

* * *

Enerji alanında bir diğer gelişme de öngörülen üç nükleer santralın gerçekleşmesi aşamasına nihayet gelinmesidir. Hukuki zeminin hazırlanmasından sonra 7-8 yıl içinde Türkiye'nin bu santrallara kavuşması enerji güvenliğimize katkıda bulunacağı gibi bölge ülkeleri ile aramızdaki nükleer teknoloji açığını kapatmaya yarayacaktır.

Ülkemizde sürekli pompalanan karamsarlık havası içinde başarılar gözden kaçmamalıdır. Türkiye'nin birkaç yıldan beri katettiği mesafeyi küçümsemek kendimize karşı haksızlık olur.

Şoförlük

Ege CANSEN

İyi şoförlüğün 10 altın kuralı

HER sürücü, kendini çok iyi şoför olarak görür. Çünkü; araç, direksiyon simidini çevirince yön değiştirmekte, gaza basınca hızlanmakta, frene basınca yavaşlamakta ve durmaktadır. En basit arabada bile 100 beygir gücünde motor vardır.

100 beygire birden deh (!) diyebilen bir insanın, kendini üstün görmemesi imkánsızdır. Peki o zaman her sürücü, iyi şoför müdür? Tabii değildir. Hatta tam tersine, aslında her sürücü, kötü şofördür. Çünkü kendini çok iyi gördüğü için, diğer şoförlere ders vermeye çok meraklıdır. İşine gelmeyen en küçük bir olumsuzluk karşısında, anında zıvanadan çıkar. "Madem öyle, işte böyle" deyip, (kendince) kendisine feyk atan, yolunu çalan veya yavaş hareket eden veya gereğinden fazla hızlı davranan diğer sürücülere hadlerini bildirmeye kalkar. İşte o zaman mutlaka trafik kurallarını ihlál eder ve kötü şoför olur. Bu noktadan başlamak üzere iyi şoförlüğün on kuralını sıralayalım.

1. Tepkici değil, etkici ol. Davranışlarınla, diğer sürücülere iyi örnek ol, teşekkür al. Kimsenin damarına basma. Senin damarına basılırsa, aldırma. Hiç bir zaman tedbiri elden bırakma, terbiyeli olmaktan şaşma.

2. Gör ve göster. Yoldaki diğer araçları, yayaları, hayvanları gör. Kendini onlara göster. Sürpiz yapma. Gerekiyorsa far ve korna kullan. Sürücülerin en sık yaptıkları hata, başkalarının onları farkettiğini varsaymalarıdır.

3. Büyük resmi gör. Aracını, at gözlüğü takarak sürme. Sadece kendi şeridine, yolun gittiğin yönüne bakmakla yetinme, arkana da bak. Gözünü dört aç. Kaldırımda koşuşan çocukları, yolu geçmeye çalışan koyunları ve bayır aşağı gelen inekleri, çöp konteynerinden çıkan kediyi gör.

4. Sadece aracını sür. Araç sürerken başka iş yapma. Telefonla konuşma, kaset veya disk değiştirme, yemek yeme, gazete okuma, manzara seyretme, yana veya arkaya dönüp yolcularla sohbet etme.

5. Frene erken, gaza geç bas. Sürücünün en büyük eğilimi, frene mümkün olduğu kadar geç, gaza mümkün olduğu kadar erken basmaktır. İçindeki bu doğal davranışı değiştir. Tam tersini yap. Frene erken, gaza geç bas. Kimseye arkadan çarpma.

6. Yolcunu huzursuz etme. Özellikle yanında oturan yolcu, sağ eliyle tutamağa sıkı sıkı sarılmışsa, seninle birlikte frene basıyor ve gözünü yoldan ayırmıyorsa, hele hele hafif hafif terlemeye başlamışsa, derhal yavaşla. Aracını daha sakin sür. Yolcuna seyahati zehir etme, yazıktır ona.

7. Sola açık, sağa kapalı dön. Sakın slalom yapar gibi, her viraja kapalı girme. Sonra karşında başka bir araç görürsün; sakın şaşırma.

8. Viraja girmeden iyice yavaşla, gaz vererek dön, çıkarken hızlan. Araç virajda, düz yolda davrandığı gibi davranmaz. Merkezkaç kuvveti, aracı dışa doğru savurur. Dönerken frene basarsan, arka teker ön tekeri izleyemez. Aracın hakimiyetini kaybeder, yoldan çıkarsın. Şeridinde kalarak viraj alamayan sürücüye, şoför denmez. Bunu unutma.

9. Araç seni değil, sen aracı yönet. Sürdüğün araç sana itaat etmiyorsa, hatayı araçta değil, önce kendinde ara. Derhal yavaşla. Hálá itaatsızlık devam ediyorsa, uygun bir yerde dur. Araçtan in ve lastikleri kontrol et. Lastikler tamamsa, bakıma sokmadan, aracını alıştığın tarzda sürme.

10. Şerit çizgisini bacak arasına alma; zebraları çiğneme. Yollar, adam başına bir şerit olmak üzere tasarlanmıştır. Birbuçuk şerit işgal ederek araç sürme. Trafik adaları, üstünden araç geçmesin diye zebra gibi boyanmıştır. Yazıktır, hayvanı çiğneme.

Son Söz: Şoförlüğünle sakın övünme; bırak seni başkası takdir etsin.

J Eğrisi II

Ege CANSEN
J Eğrisi-II

GEÇEN çarşamba J-Eğrisi başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazı bir bakıma onun devamı; ama aslında ayrı bir yazı. Ben, öncekini okumadan bir sonraki anlaşılmaz şekilde yazılan dizilerden sıkılırım.

Her yazının tek başına anlaşılabilir olmasını isterim. Bu yüzden gerekirse tekrardan kaçınmam. J-Eğrisi; bir sonuçla, o sonucu yaratan sebep arasındaki ilişkinin, düz bir çizgi ile gösterilemeyeceği tezine dayanmaktadır. Ancak bundan ibaret değildir. J-Eğrisi, eğer bir sebep sonuç ilişkisi, bir kısırdöngü haline gelmişse, yani eldeki iyiliği yaratan sebep, daha iyiyi elde etmeyi engelliyorsa, işlerin belli bir miktar kötüleşmesini göze almadan daha iyiye ulaşılamaz demektedir.

* * *

Önce toplum hayatından bir örnek vereceğim. Her toplumun amacı, huzurlu bir ülkede refah içinde yaşamaktır. Buna "istikrar" diyelim. Ancak öyle bir durum ortaya çıkabilir ki, istikrar için "özgürlüklerin kısıtlanması" gerekebilir. Gerçekten mal ve can emniyetinin kalmadığı, iktisadi hayatın kötüleştiği bir ülkede, bu şartları değiştirmek için iş başına gelen yeni yönetim, özgürlükleri kısıtlaması sayesinde mal ve can güvenliğine kavuşup, ekonomisini işler hale getirebilir. Kısaca istikrara kavuşur. Bu durumda iki sonuç ortaya çıkar.

1. Sağlanan istikrar, yani huzur ve refah, o toplumun ulaşabileceği düzeyin çok altında kalır. Çünkü kısıtlanan özgürlükler, girişimciliği de kısıtlar. Bireyler, yaratıcı potansiyellerini tam kullanamaz. Bireysel sorumluluk gelişmez. Üstelik özgür olmayan bir ortamda hayat da tatsız tuzsuz bir hale gelir. Baskı kalkarsa, istikrar bozulur kanaati pekişir.

2. Baskının azaltılması yani özgürlüklerin genişletilmesi için yapılan her hamleden sonra, bireyler itaatsizleşir, muhalefet hırçınlaşır. Ortam derhal istikrarsızlık sinyalleri vermeye başlar. Bu da elde edilmiş huzurun ve refahın geriye gitmesi demektir.

* * *

Böyle bir durumda, yani "kısıtlı özgürlük-düşük refah" gibi sürdürülemez bir istikrar noktasına takılmış olan bir toplum, nasıl ve hangi yoldan geçerek "geniş özgürlük-yüksek refah" noktasında kalıcı istikrara kavuşacaktır? İşte J-Eğrisi bu sorunun cevabını vermektedir. Demektedir ki; huzur ve refahın belli düşüş göstermesini göze alın; ama mutlaka özgürlükleri artırın. Çünkü, artan özgürlükler, günün sonunda huzuru ve refahı yukarı bir düzeye taşıyacaktır.

* * *

Türkiye'de enflasyonu düşürme yani istikrar, "yüksek faiz"e takılmış durumda. Resmi iktisatçılar "yüksek faiz-düşük kur" değil, "yüksek faiz-düşük enflasyon" politikası uygulandığını savunuyor. Hepimiz biliyoruz ki; kalıcı istikrarda, denge noktası "düşük faiz-düşük enflasyon"da teşekkül eder. Teorik ve amprik kanıtlar bunu doğrulamaktadır. Basit bir araştırmada görülecektir ki; düşük enflasyonla düşük faiz birbirini tamamlar. Şimdi soruyu tekrar soralım. Türk ekonomisi, bugünkü sürdürülemez "yüksek faiz-düşen enflasyon" noktasından, "düşük faiz-düşük enflasyon" dengesine hangi yoldan ulaşacaktır?

Bana göre J-Eğrisi, işte bu sorunun cevabını veriyor.

Son Söz: Aşı olmayan, hasta olur

J Eğrisi

Ege CANSEN

J-Eğrisi

BUGÜN, İngilizce'de "J-Curve" denilen, Türkçe'ye "J-Eğrisi" diye tercüme edilen bir kavramdan bahsetmek istiyorum.

Bu kavramı, birden çok yazıda irdeleyeceğim. Çünkü, bu kavram hem işletme ekonomisinde hem de siyasi ve iktisadi makro meselelerin çözümünde ufuk açıyor. Ayrıca, alternatifi yok denilen "yüksek faiz-düşük kur" empasından nasıl kurtulunacağı bu kavramın içinde gizli. Ancak çözümleri "J-Eğrisi"yle modellemek çok da kolay değil.

İsterseniz önce "J-Eğrisi" kavramını yalın bir dille tanımlayım. Kavram şunu söylüyor: "Eğer sebep-sonuç ilişkisi bir kısır döngüye dönüşmüşse, bu çemberi kırmanın yolu, işlerin kötüleşmesini göze almaktan geçer." Genellikle istenmeyen bir durumdan kurtulmak için atılacak ilk adımdan sonra, hemen bir iyileşme olması beklenir. Bu iyileşme, atılacak adımın "doğruluk" testi kabul edilir. Eğer tedbir alındıktan sonra, işler kötüye giderse, akla hemen alınmış tedbirden vazgeçme fikri gelir. "Gördünüz mü, önerilen tedbiri aldık, işler kötüleşti. Demek ki alınan tedbir, doğru değilmiş" denir. Adım doğru yönde atılmış olsaydı, az da olsa durumda bir düzelme olurdu. Olmadığına göre, yapılan tavsiye yanlışmış diye bir düz mantık çıkarımı yapılır. Halbuki J-Eğrisi, bunun tam tersini söylüyor. Alınan önlem, ilk aşamada sorunun daha da ağırlaşmasına sebep olmuşsa bu, izlenen yolun yanlış değil, büyük bir ihtimalle doğru olduğunu gösterir diyor. J-Eğrisi ile benim tanışmam, uzun yıllar önce ilk şirket kurtarma operasyonlarına bulaştığımda oldu. Bugün geldiğim noktada, fásit bir dairede kilitlenmiş bir çok siyasi ve iktisadi meselenin çözümünün J-Eğrisi ile modellenebileceğini düşünüyorum.

* * *

Bu soyut açıklamalardan sonra örnek vermeye işletme ekonomisinden başlayalım. Şirket yönetimin iki hedefi vardır. Birincisi kárlılık, ikincisi büyümedir. Her şirket tepe yöneticisi (bu yönetici, genellikle sermaye sahibinin kendisidir) masasına oturduğunda, bu iki amaca nasıl varabileceğini düşünür. İşin ilginç yanı bu iki amaç, hem birbirini tamamlar, hem de birbirinin zıttıdır.

1. Kısa vadede kárı elde edemeyenin, uzun vadede büyük bir firma olmaya ömrü vefa etmez.

2. Kısa vadede kárı gören, eğer büyüyemezse, kárlılığını uzun vadede sürdüremez.

Bu cebirsel ilişki, çoğu zaman firmaların, saldırgan bir büyüme stratejisi uygulaması sonucunu doğurur. Çünkü karar alıcıların (patronların) hem egoları hormonludur, yani hep büyük iş yapmak ister, hem de değer artışına oynamayı sevdikleri için, sabit yatırım yapmaya bayılırlar. Oysa, hızlı büyüyen firmanın, sabit giderleri daha da hızlı artar. Başabaş noktası yukarı gider, yüksek satış adetleri tutturulmazsa firmanın zarar edeceği anlaşılır. Yüksek hacımda satış yapmak, fiyat kırmayı, vade açmayı zorunlu kılar. Bu da brüt marjı küçültür, borçlanmayı arttırır. Firma, eskisine göre daha fazla satış yapmasına rağmen, yine de zarar etmekten kurtulamaz. İşte bu gibi "yüksek fiyattan az satsan da zarar, düşük fiyattan çok satsan da zarar" gibi açmaz durumlarda J-Eğrisi modeline geçilir. Yáni, derhal kára geçecek bir yol aranmaz ( zaten böyle bir yol yoktur) "önce zararın artacağı, ama sonunda kárın oluşacağı" bir yapılanmaya gidilir. Buna da "küçülerek, büyümek" denir. İzlenen yolun eksen sisteminde grafik çizimi, J harfine benzer. (Devamı var)

Son Söz: Alternatifi yok, kötüye razı ol demektir.

Çevre

Ege CANSEN
Çevreyi korumanın iktisadiyatı

BİRÇOK kereler anlattığım bir hatıramı tekrar ederek konuya girmek istiyorum.

Ben, iktisatla, kesat sözcüğü arasında bir anlam bağı var zannederdim. Malûm iktisat, kıt kaynakları sonsuz ihtiyaçlar arasında bölüştürme sanatı diye de tanımlanır. Eh, kesat da 'kıt'ı çağrıştırıyor. Öyleyse bu tahminim doğrudur diyordum. Ta ki; Profesör Memduh Yaşa, bana iktisadın, "kast(d)" kökünden gelen "maksat"tan türediğini öğretene kadar. Gerçekten iktisat, insan davranışlarını incelemiş ve sonunda "insan iktisadi bir canlıdır" (homo ekonomikus) hükmüne varmıştır.

* * *

İnsanlığın karşısında küresel ısınma diye devasa ve yaşamsal bir sorun duruyor. Küresel ısınma, geleceğe değil, günümüze ait bir mesele. Doğa, muhtemelen küresel ısınma sorununu kendi kendine çözecektir. Ama bunu, ne pahasına ve ne zaman yapacaktır? Kendiliğinden gerçekleşecek çözüm, çağımız insanı için çok geç olabilir. İnsanlık, iktisadi davranmak adına, doğal dengeyi kendi eliyle bozmaya (mümkün mertebe) son vermelidir. Çünkü bu tarz bir iktisadi davranış, bizatihi yaşamla çelişmektedir. İktisat diye yola çıkıp, hayatı gayri iktisadi bir noktaya götürmek hata olur. Bugünkü bilgilere göre, küresel ısınmanın insan eliyle yaratılan sebebi, fosil yakıtlardan enerji üretilirken, atmosfere yayılan parçacıklardır. Bu parçacıklar havada asılı kalmakta ve dünya üstünde bir örtü oluşturmaktadır. Bu da dünya, güneşten aynı miktarda ısı enerjisi gelmesine rağmen sıcaklığını arttırmaktadır. İnsanlar etrafı kirletmek için değil, daha yüksek bir hayat düzeyi için yakıt tüketmektedir. Ancak bu tüketim, hayatın kalitesini düşürmeye başlamıştır. Yani iktisat, maksadı ıskalamaktadır.

* * *

Çözüm yine iktisattadır. Havayı (çevreyi) kirletmek o kadar pahalı hale getirilmelidir ki, kirletmemek daha kárlı hale gelsin. Yani iktisadi bir canlı olan insan, iktisadi davranacak ve o bedeli ödememek için, çevre kirletmekten vazgeçecektir. Formül şudur: Eğer bugün kullanılan üretim süreçleri, çevreyi kirletiyorsa, bu kirletmenin bir bedeli olmalıdır. Bu bedel de, çevreyi kirleterek üretim yapmanın sağladığı tasarruftan fazla olmalıdır. Hava kirlenmesi, ancak böyle azalır. Yıllardan beri tavsiye edilen sistem şudur: Sera gazı çıkaran her araç, her konut, her iş yeri ve her üretim tesisi için bir kötü gaz salma kotası konmalıdır. Kotasını aşanlardan "kirletme vergisi" alınmalıdır. Tahsil edilen vergilerin bir kısmı, kotası altında kalanlara "teşvik primi" olarak ödenmeli, kalanı da, kötü gaz salınışını azaltacak veya temiz enerji üretecek yatırımlara ucuz kredi olarak verilmelidir. En az bu makro düzenlemeler kadar, bireylerin "çevreyi korumaya yönelik" davranışları da önemlidir. Damlaya, damlaya göl olur misali, küçük enerji tasarrufları toplanınca, ortaya büyük sonuçlar çıkar. Ancak, helá rezervuarının içine su dolu bir pet şişe koymak zırvadır. Öncelikle bu şişe, mekanizmanın çalışmasına engel olur ve sistem su kaçırır. Kaldı ki, her rezervuarın içindeki su seviyesi ayarlanabilir. Ama mühendislik çalışmaları yapılarak, kullanılan su miktarı düşürülebilir.

Son Söz: İktisadın yarattığı sakıncaların izalesi, yine iktisattadır

Teori

Ege CANSEN

Kahvehane tepsisi teorisi

BU yıl borsa rüzgarları erken esti. Pek tabii kış bu kadar yumuşak geçer, erik ağaçları şubat ayında çiçek açmaya başlarsa, para piyasalarında mayıs- haziranda beklenen dalgalanma da mart ayında başlar.

Kışın sıcak geçmesiyle borsaların dalgalanması arasında bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Ama dünyada, ilgisiz gibi gözüken uzak olayların birbirini (çok zayıf ihtimalle dahi olsa) etkilediği bir vakıa. Ben de borsalarda cereyan eden beklenmedik hareketlere, her seferinde birbirinden ilginç açıklamalar bulan TV'lerin "indi-çıktı" yorumcularına özendim. Aklıma bu sıcak kış bahanesi geldi.

* * *

Size önce, yavaş yavaş sağlığına kavuşmakta olan değerli arkadaşım İbrahim Kavrakoğlu'nun, küreselleşmenin borsa hareketlerine olan etkisiyle ilgili "kahvevehane tepsisi" teorisini anlatmak istiyorum. İbrahim Hoca, akademik kariyeri itibarıyla makine mühendisliği profesörüdür. Boğaziçi Üniversitesi'nde Endüstri Mühendisliği bölümü başkanlığını Erkut Yucaoğlu'ndan devraldıktan sonra, yönetim bilimlerine kaydı. Yönetim bilimlerinden sonra iktisada ilgi duymaya başladı. Hatta iktisat kitabı bile yazdı. İbrahim Hoca'nın teorisi şu. Üstten askılı bir kavehane tepsisine, içi çay dolu kırk bardak koyun. Taşınırken dökülmesin diye de çayı, bardağa koyarken, yarım santim kadar bir dudak payı bırakın. Garson, bu tepsiyi üçlü sapının üstündeki halkaya parmağını geçirip kaldırsın. Sonra tepsiyi sağa sola sallayarak, masalar arasında gezinip müşterilerine çaylarını dağıtsın. Görülecektir ki, bardaklardan tepsiye hiç çay dökülmeyecektir. Aynı kahvehane tepsisi, kenarları çepeçevre üç santim yukarı doğru kıvrılıp, derin tepsi haline getirilsin. Sonra bu derin tepsinin içine kırk bardak çay boca edilsin. Tepsinin içindeki çayın yüksekliği de tepsinin üst kenarının yarım santim altında kalsın. Garson, her zaman yaptığı gibi, parmağına taktığı tepsiyi sallayarak masaların arasında yürüsün. Görülecektir ki, çayın çoğu tepsinin dışına dökülecektir.

* * *

En akışkan üretim faktörü, paradır. Para, küreselleşme sayesinde hiçbir ulusal sınıra takılmadan yer değiştirebilme serbestliğine kavuştuğu için, mali piyasalardaki oynamaların dalga büyüklüğü artmaktadır. Pek tabii, kazanç ve kayıplar da artmaktadır. Demek ki küreselleşme, para hareketlerine duyarlı piyasalarda, akışkanlar dinamiği icabı daha hızlı ve daha büyük iniş çıkışlara yol açmaktadır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur. Bir akışkanın, içinde bulunduğu kap sallandığında, sıvının dışarıya dökülmemesi için bırakılması gereken taşma payı (bardaktaki dudak payı) kabın çapı ile doğru orantılı olarak artırılmalıdır. Bu fizik kuralın iktisattaki izdüşümünün anlamı şudur: Sermaye hareketlerinde ulusal sınırlar ortadan kalktıkça, risklerin yaratacağı hasarlardan kaçınmak için bırakılması gereken emniyet payı, yani "spread" artmalıdır.

* * *

Küreselleşme ile birlikte gelen risklerin büyüklüğü, zaman zaman "küresel hareketlerin kısıtlanması" tezlerinin ortaya atılmasına sebep olmaktadır. Yani önce çayları bardaklara koyalım, içi çay dolu bu bardakları sonra tepsiye yarleştirelim denmektedir. Böylece hem daha küçük dudak payı (spread) bırakır, hem de garson çayı dökmeden tepsiyi sallayarak masalar arasında dolaşabilir. Tabii, bunun maliyeti de, aynı işi daha fazla yatırımla yapmak olur.

Son Söz: Riskin primini seven, hasarına katlanır.