30 Temmuz 2007 Pazartesi

Yoksulluğu artıran seçimi kazanır

Bazı gazeteler seçim sonuçlarının daha iyi anlaşılması için haritalar yayınlıyor.

Örneğin dünkü Vatan�da İstanbul�da hangi partinin nerede başarılı olduğunu gösteren bir harita vardı.

Benzer bir harita ve İzmir�in genel görünüşünü yansıtan bir fotoğraf da Milliyet�te yayınlandı.

Bu haritalarda anlatılana göre AKP, kentlerin en yoksul semtlerinden en çok oyu almış. CHP ise sadece daha varlıklı semtlerde başarılı olmuş.

En fakir kentlerin sosyal yapısına bakıldığında burada yaşayanların eğitim ve kültür açısından da en alt kesimde olduğu görülüyor.

Bu durumda en fakir, en eğitimsiz ve en kültürsüz kesimlerin desteğini kazanan parti seçimden de zaferle çıkabilir. Türkiye�nin nüfus dağılımı da, asıl yoğunluğun düşük gelir, düşük eğitim ve düşük kültürlü olanların ezici bir çoğunlukta olduğunu gösteriyor.

Böyle olunca da demokrasinin tanımında bir tuhaflık ortaya çıkıyor. �Ülke yönetimi hakkında hiçbir bilgi, birikim, görüş ve fikri olmayanların kendilerini yönetecekleri seçmelerine demokrasi denir.�

Bu doğru mu? Değil. Ama gerçek.

Şimdi kimse kalkıp da �demokrasiye inanmıyorsun, halkın iradesi seni ilgilendirmiyor� edebiyatı yapmasın. Bu sonuçtan çıkarmak istediğim başka bir analiz var.

Eğer bir ülkede, yoksul, eğitimsiz ve kültürsüz insanları sömürüp, onların oylarıyla iktidara gelmek mümkünse, iktidardaki siyasi güç, iktidarı boyunca halkın önemli bir bölümünü yoksul, eğitimsiz ve kültürsüz bırakmak isteyecektir. Ki bir dahaki seçimde de zafer kazanabilsin.

Buna �Ama iktidar sürecinde bu kesimler tatmin edilmezse oylar başka yere kayar� diyeceksiniz. Tamam da o zaman �sadaka ekonomisi� uygulayarak bu kesimlere yardımlar yapılacaktır. Avantaya alışan ve yaşam gustosu olmayan bu kesimler aldıklarıyla yetineceklerdir.

Haritalara baktığımızda, AKP�nin 4.5 yıllık iktidarı boyunca hiçbir sorunları halledilmeyen, yoksulluklarından kurtulamayan kesimlerin bu partiyi iktidara taşıdığını görüyoruz. Demek ki, özellikle büyük kentlerde yapılan yardımlar, dağıtılan hediyeler ve ev ziyaretlerindeki gönül almalar, tüm sıkıntıları unutturmuş.

Peki bunu bütün partiler yapabilir mi? Hayır yapamaz. Çok geniş kesimleri yardım ve hediyelerle rahatlatmak, ama onların sorunlarını çözmemek ancak iktidar eliyle olabilir. Çünkü ancak iktidarlar bunun maddi maliyetinin altından kalkabilir.

Bu durumda demokratik yoldan iktidara gelmenin de tanımı tuhaflaşabilir: �Ülke adına fikir, görüş, proje üretmek, kaliteyi, bilimi, sağduyuyu kullanmak yerine, halkı yoksullaştırıp sonra da bu yoksul, eğitimsiz ve kültürsüz kesimlere büyük yardımlar yaparak oy almak demokratik yoldan iktidara gelmektir.�

�Göbeğini kaşıyan adam� esprisini çok alaya alıyoruz ama, iktidar da �göbeğini kaşıyan adamın� sömürülmesiyle elde edilmedi mi yani?

CAN ATAKLI

Halki tanımah

ADNAN Menderes de, Süleyman Demirel de CHP'nin ve solun halkı tanımadığını ileri sürüp kendilerini halkın temsilcisi olarak piyasaya sürmüşlerdir.

Milli Görüş partileri (Milli Selamet, Refah, Fazilet) de aynı zurnayı çaldılar. Günümüz AKP'si, AKP'nin Recep Tayyip Erdoğan'ı, Bülent Arınç'ı, Abdullah Gül'ü de aynı lakırtıları lakırdatıyorlar.

Sanki İsmet İnönü halk çocuğu değildi de büyük toprak ağası Adnan Menderes halk çocuğuydu. İnönü hiç değilse halkı sömürmemiştir, Adnan Menderes'in köylünün kanını emdiği gibi.

Kasımpaşa çocuğu Recep Tayyip Erdoğan, Antalya çocuğu Deniz Baykal'dan daha çok mu Anadolu'yu tanıyor? Doktora yapmak, doçent, profesör olmak halktan kopmak ise AKP'nin iftihar ettiği kaç tane "halktan kopmuş" var AKP'de. CHP'nin adaylarını, sol partilerin adaylarını (örneğin Türkiye Komünist Partisi'nin, İşçi Partisi'nin adaylarını) AKP'nin milletvekili adaylarıyla karşılaştıralım, bakalım hangisi halka, köylüye, çiftçiye, işçiye ve emekçiye yakınmış? Halep orada ise arşın burada! AKP, ABD'den, uluslararası finanstan aday getiriyor!

İMAM-HANCI TORUNU

Bu satırları yazan ben, yokluğu da yoksulluğu da tanıdım, işçiyi de köylüyü de tanıdım (anne tarafım köylü, babam Mensucat Sendikası Başkanı'dır); harman sürdüm, sığır ve davar güttüm; gazoz sattım, buğday eledim; kahve garsonluğu, kebapçı çıraklığı yaptım; dokuma fabrikasında işçilik, Maliye'de memurluk, kütüphanecilik yaptım; Sandıklı, Çine, Aydın ve Muğla'da öğretmenlik yaptım. TİP'te bir Yunus Çakır olarak çalıştım. Sonra Paris'te eğitim ve öğrenimimi tamamladım. Bir dedem imam idi, öteki dedem ise hancı.

Yeter mi? Hangi politikacı, hangi gazete yazıcısı benden daha iyi tanıyor milleti, halkı, cumhuru ve Cumhuriyet'i?!

Halk kimdir? Hırsızlık yapan, adam öldüren, ırza geçen, sübyancılık ve fiili livata yapan, denize donla giren, yere tüküren, cadde kenarında kurban kesen, vergi kaçıran, kaçak elektrik ve su kullanan, baldızına sulanan, adım başı yalan söyleyen, ter kokan, geğiren ve osuran, adım başı trafik kurallarını ihlal eden, yol kıyılarına pet şişeleri, gazoz ve bira kutuları atan, ormanları yakan, abdestsiz namaz kılıp oruç tutan, ettiği duanın, okuduğu Kuran'ın anlamını bilmeyen, oyunu iki kilo bulgura, iki kilo nohut ve mercimeğe satan, Názım'ın diliyle hem kardeş hem de akrep olan, sefil ve kahraman!

Halk kimdir? Yukarıda yazdıklarımı yapmayandır! Hangisi çok, yapan mı, yapmayan mı?

GERİYE KALANLAR!

CHP ve sol halka hiçbir zaman ihanet etmedi! 1923-1945 arası, devlet öncülüğünde bir devrim sürecidir. 1960-70 yıllarının DP ve AP politikacılarının çoğu bu süreçte yer almıştır. Cumhuriyet halkı tanımasaydı, Cumhuriyet'i kuramazdı, devrimleri yapamazdı. Şimdi halkı iyi tanıdıklarını iddia edenler kim? Bir zamanlar Cumhuriyet'e ve devrimlerine karşı çıkanların çocukları ve torunları. Benim adlarının önüne değişik sıfatlar koyduklarım! Cumhuriyet onları çok iyi tanıyor ve kendisiyle sorunlarını çok iyi biliyor.

Ne dersiniz, belki de sadece tarikatçılara, dindarlara, Nakşilere, Nurcu ve Fethullahçılara halk deniliyordur? Geriye kalanlar ise laikçi (!) olan Cumhuriyet çocuğu, Cumhuriyetçi münkir!

ÖZDEMİR İNCE

Benim amentüm

22 Temmuz 2007, Pazar, Saat: 11.24. Oyumu verdim. "Evet" mührünü hiç duraksamadan bir partinin üzerine bastım ve "Evet"in mürekkebini 1965'ten bu yana seçimlerde kullandığım kurutma káğıdı ile kuruladım. Ülker de oyunu verdi. Ülker'e verdiğim kurutma káğıdının yarısını geri aldım. Bir sonraki seçimde kullanmak üzere.

Sonra marina denen limandaki kahveye gittik. Yanımıza Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet ve Radikal gazeteleri almıştık. Çok az insan vardı. Bilinmez bir yerden gelen taciz edici şımartık çocuk zırlamasından başka.

Sıra Radikal Gazetesi'ne geldi. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan'ın birinci sayfanın tamamını kapatan manifestosunu okumaya başladım. Şu cümleye kadar:

"Özellikle nisan ve mayıs aylarında öyle bir hava esti ki, sanki aynı anda hem laik hem demokrat olmak yasaklandı. Sanki laikliği korumak için demokrasiyi feda edebilirmişiz, hatta etmeliyiz diye düşünenlerin sayısında ciddi bir artış oldu."

Bu cümleyi okur okumaz başımdan kaynar sular indi. Ülker'e "Haydi kalk eve gidiyoruz" dedim.

DİRHEMİNİ ANLAMAMIŞ

Ve saat 11'i 24 geçe bu yazıyı yazmaya başladım. İsmet Berkan, son aylarda Türkiye'de olan-bitenin dirhemini anlamamış.

İsmet Berkan'ın, Anayasa'nın "İnkılap kanunlarının korunması"na dair 174. maddesinin kapsamına giren yasaları marazlı bir tutkuyla çiğneyenleri eleştirdiğine tanık olduğumu anımsamıyorum. Cumhuriyet'e ve devrimlerine sahip çıkanları paranoyak olmakla, dinozor olmakla, faşist olmakla, askerci olmakla, Sevr paranoyasıyla suçlayanlarla işbirliği yapmadıysa bile onlara karşı çıktığını da anımsamıyorum.

Bu yazımı, pazartesi sabahı erkenden, seçim sonuçları belirginleşmeye başladığı zaman yazacaktım. Şu anda seçimin sonuçları ilgilendirmiyor beni. AKP iktidardan uzaklaşırsa kuşkusuz sevineceğim. Ama, herhangi bir durumda, "Benim partim!" diyebileceğim bir parti iktidara gelmeyecek. Bu benim bir partiye oy vermeme engel olmadı. Belki "Benim Partim!" iktidara aday olmadan öleceğim. Ama önemli değil bu!

2 BÜYÜK TEHLİKE

Oğlum yaşındaki İsmet Berkan bilmeyebilir ama 1923'ten bu yana Türkiye Cumhuriyeti iki büyük tehditle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu seçimler bu iki büyük tehlikeyi ortadan kaldırmayacak, belki de tehlikeyi hızlandırıp büyütecektir:

1. Tehlike: Laik devleti hedef alan ve onun yerini almak için birkaç yöntemle birlikte çalışan İslamcılık.

2. Tehlike: Üniter devleti hedef alan Kürtçülük fesadı. (Leyla Zana'nın federasyon isteyen demeci.)

22 Temmuz seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, kaldığımız yerden devam edeceğimiz anlaşılıyor. Saat: 11.56. Ancak şu soruyu soracağım: Bu iki büyük tehlike, demokrasiyle nasıl bağdaşır? Bir bilen anlatsın!

ÖZDEMİR İNCE

Aynı kısırdöngü

OSMANLI İmparatorluğu ilk borçlanmasını 1854 yılında Kırım Savaşı’na girdiğinde yaptı.

Savaş giderlerini karşılamak için alınan borç, zamanında ödenemedi ve yeni borç alındı.


İmparatorluk çağa ayak uyduramadığı için aslında iflas etmişti.

Borçlarını ödeyebilmek için sürekli borç almaya başlamıştı.

Yıllar ilerledikçe borç sarmalı içinden çıkılmaz hale geldi.

1875’te Padişah Abdülaziz bir memorandum yayınladı ve devletin iflas ettiğini dünyaya açıkladı.

Dağlar gibi biriken borçlar koca imparatorluğu yıkmıştı.

Bunun üzerine alacaklı ülkeler paralarını tahsil edebilmek için "Düyun-u Umumiye" diye bir kurum oluşturdular ve imparatorluğun gelirlerine el koydular.

İmparatorluk bütün kaynaklarını alacaklılara ipotek etmesine karşın borçlarını bitiremiyordu.

İçinden çıkılamaz bir kısırdöngüye sürüklenilmişti.

* * *

Yeni alınan borçlar verimli kullanılmıyor, artı değer yaratılamıyor, borçlar büyüyordu.

Bu kısırdöngüden kurtulamamanın nedeni imparatorluğun çağın gelişimine uyak uyduramamasıydı.

Osmanlı’da hákim olan köktendinci kafa, her yeniliğe dini bahane ederek karşı çıkıyordu.

Bu yüzden matbaa tam 300 yıl geç geldi. Bu da bilgi toplumu olmayı geciktirdi.

Oysa Batı, matbaanın sayesinde bilgiyi tüm topluma yaymış, bu sayede teknoloji geliştirilmiş, sanayi devrimini tamamlamıştı.

Genç Osman ile III. Selim kötü gidişi gördü. Ancak onlar da gericiler tarafından öldürüldü.

İsyan çıkaran çapulculara boyun eğildi ve yeniliklere dönük adımlar atılamadı.

II. Mahmud bu yüzden felç geçirip kahrından öldü.

Bu padişahın döneminde açılan Batılı tarzda okullar "Ulema"nın hışmına uğradı.

Bu geri kafalı insanlar "Bu okullarda Kuran okuyan çocukların ayakları yere değmiyor. Bu dine aykırıdır. Onun için bu okullar kaldırılmalıdır" dediler.

Padişah, bunlarla pazarlık yapmak zorunda kaldı. Sonunda "Öğrenciler Kuran okurken sıraların üzerine bağdaş kursunlar" diye bir orta yol bulundu.

Bu çağdışı komik uygulama yıllarca sürdü.

* * *

Yine II. Mahmud döneminde İstanbul’da başlayan kolera salgını halkı kırıyordu. Kenti fareler basmış, kuyular farelerle dolmuştu.

Padişah, Avrupalı doktorların önerilerine uyarak kenti karantinaya almak istedi. Ancak Şeyhülislam karşı çıktı ve şu fetvayı verdi:

"İçine fare düşen kuyunun suyunu besmele çekerek yedi kere değiştirin, mikrop falan kalmaz tertemiz olur, karantina dinimize aykırıdır."

Fetvanın gereği yapıldı ama kolera bitmedi. 7 yıl süren salgın İstanbul halkını kırdı.

Çağdaş atılımları yapamayan imparatorluk borçlarının altında ezilip paramparça oldu.

Tarihte yaşanan bu ilginç ve ibret alınacak olayları, Orhan Çekiç’in belgelere dayanarak yazdığı "Samsun’dan Erzurum’a" adlı araştırma kitabından özetlemeye çalıştım.

"Tarih tekerrürden ibarettir" derler... Ne yazık ki ülkemiz 1950’den sonra aynı borç sarmalının içine bir kez daha yuvarlanmıştır.

Düyun-u Umumiye gitmiş, IMF gelmiştir. Bugün de borç alarak borç ödüyoruz. Ama tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi borçlarımız azalmıyor, artıyor.

Ama halkımızın güvenine mazhar olan AKP’ye bakarsanız "Türkiye ak yıllara uçuyorrrrr..."

TUFAN TÜRENÇ