15 Ekim 2007 Pazartesi

Yenilik düşkünlüğü

NİHAYET aradığım makaleyi buldum. Adı "Yenilikçi mi, yenilik düşkünü mü?" Yazarı, Yankı Yazgan. Yankı Yazgan'la karşılaşsanız ve size, "Ben, bir pop müzik orkestrasında basgitar çalıyorum" dese, zaten görünüşünüzden tahmin etmiştim diyebilirsiniz.En azından benim önyargılarıma göre, ben öyle söyleyebilirdim. Halbuki kendisi, genç yaşta psikiyatri profesörlüğüne yükselmiş bir hekim. "Kalp Çarpar, Beyin Böler" adlı kitabında bir hekim gözünden dünyaya bakıyor; ama ne bakıyor! Ama rahmetli annemin dediği gibi "iğnenin deliğinden Hindistan'ı seyrediyor". Kitaptaki bölümlerden biri "Yenilikçi mi, yenilik düşkünü mü?" başlığını taşıyor. Dr. Yazgan, bu bölümü Acar ve Zuhal Batlaş hocaların yayınladığı "Kaynak" adlı dergide genişleterek makale haline getirmiş. Daha da güzel olmuş. Kaynak dergisinde bir diğer yazar Hulusi Derici, "Yenilikçi mi, Yenilik Düşkünü mü?" konusuna, başka bir üslup içinde, ama aynı açıdan yaklaşmış. Hulusi Derici, son on beş yılda moda olan ve şimdilerde kitaplıkların üst raflarında tozlanan yönetim tekniklerinin veya kavramların bazılarını bir çırpıda sıralayıvermiş. Benchmarking, Müşteri Odaklı Pazarlama, Data Base Yönetimi, CRM, Toplam Kalite, Değişim Mühendisliği, Yalın Üretim, 5. Disiplin, Kaizen Yönetimi, Altı Sigma ve benzerleri. Bütün bu kavramları tükettik, şimdi moda "inovasyon" (yenilikçilik) diyor. Böyle modanın peşine takılıp, kitaplara, konferanslarına para yatırmak insanları mutlu ediyor. Aynen eve idman bisikleti almanın veya zayıflama kitabına sahip olmanın mutlu ettiği gibi. Bunları yapınca, zayıflamıyor veya yenilikçi olmuyoruz; ama kendimizi iyi hissediyoruz.
* * *
Dr. Yazgan, "yenilik düşkünü" ile "yenilikçi" arasında ayrım yapmanın zor olduğundan bahsediyor. Ama makalesinin sonunda bu ayrımın nasıl yapılacağını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yazgan'a göre, yenilik düşkünü, çabuk sıkılan ve nerede yeni bir şey varsa oraya sürüklenen bir kişi. O bir "hedefe" değil, "yeniliğe" gitmektedir. Yenilik düşkünlüğü, fikir değiştirmekten ziyade, fikirlerin uçuşması denilebilecek bir ruh hali içinde olmaktır. Bir kitabı, bir fikri, bir konuyu "in" yapanlar da "out" yapanlar da yenilik düşkünleridir. Yenilikçi ise "hedefine" giderken, bildik yol ve yöntemlerin dışına çıkabilen kişidir. Yazgan, yenilikçilerin sonunun, yenilik düşkünlerinden daha iyi olacağını garanti etmiyor. Hedefe giderken yaşadıklarımızın da bir değeri olduğuna inanıyorsak, zaten "sonuç" gibi bir kavram bizi fazlaca ilgilendirmeyecektir; yine de sonuç odaklı olmak gerekiyorsa, sonucun tanımı bir kez daha yapılmalıdır diyor. Dr. Yazgan, "Ben, acaba yenilikçi miyim, yoksa yenilik düşkünü müyüm?" diye kendisini sorgulamak cesareti olanlara bir kıstas veriyor. Burasını dikkatle okuyun ve hemen itiraz etmeyin. "Yenilikçiler, kuralları anlama ve kuralları uygulama alışkanlıklarını çocukluklarında geliştirmiş olanlar, yenilik düşkünleri bu alışkanlıkları olmayanlar arasından çıkıyormuş."

Son Söz: Gelişme, yenilik düşkünlerinin değil; yenilikçilerin eseridir.

EGE CANSEN

Muhammed Mustafa kadar laik Mustafa Kemal kadar Müslüman olmak

HZ. Muhammed kendisini tanımlarken ısrarla bir "ümmi" olduğunu söylemiştir. Ümmi, "üm" yani anne anlamındaki Arapça kökken türetilmiş bir kelimedir. Ümmi'nin sözlük anlamı "anasından doğduğu gibi"dir.Hiç kimse ömrü boyunca anasından doğduğu gibi kalamayacağına göre, Hz. Muhammed, gerek kendine "ümmi", gerekse kendisine inananlara "ümmet" (ümminin çoğulu) derken bu kelimeye muhakkak bir anlam yüklemiştir. Bu anlamı bulmaya çalışırken, o sıralarda Hz. Muhammed'in nasıl bir ortamda, daha da doğrusu baskı altında olduğunu hatırlamak gerek.O devirde Mekke'de putperestler çoğunluktaydı. Az sayıda da Yahudi ve Hıristiyan yaşıyordu. Hz. Muhammed'in konuşmalarından ve halka yeni bir yol gösteren davranışlarından tedirgin olanlar, onun hangi puta taptığını veya hangi dine inandığını öğrenmek istiyordu. Hz. Muhammed de "Benim putum veya dinim yok, ben basit, sıradan ve toplumun en alt katmanından gelen biriyim, anamdan doğduğum gibiyim" manasında ümmiyim demiştir. Böyle diyerek, kendini ve yandaşlarını, putperestlerin kabile savaşlarından uzak tutmak istemiştir. Peki, sen neye inanıyorsun diye soranlara da "barışa, salim ve selim olmaya" anlamına gelen "İslam"a demiştir. Ümmi olmayı, okuma yazma bilmemekle eşanlamlı kabul etmek mantıkidir ama sadece bir yakıştırmadır.
* * *
Fransa'da ortaya çıkan laik kelimesi de Yunancadaki "laos" kelimesinden türemiştir. Laos, bir toplumun an alt katında bulunanlar, hatta "demos" (vatandaşlar) arasına bile giremeyenler demektir. Kendilerini laik diye tanımlayanlar, Katoliklik'le, Protestanlık'la hatta daha geniş anlamda dinle, hurafeyle dolayısıyla da mezhep savaşlarıyla ilgimiz yok demiştir. Bir toplumda din/mezhep kavgalarına son vermenin, insanların din adına birbirine zarar vermelerini önlemenin, kısaca barışın yolu "laik" "lá-dini" olmaktan geçer diye düşünülmüştür.
* * *
XIX. yüzyıla "İmparatorluk Çağı" (Age of Empire) denir. Bu devrin egemen fikri, Tanrı'nın Hıristiyanlara dünyayı yönetme görevi/misyonu verdiğidir. Hıristiyan milleti, aydınlanma çağında, fende, bilimde ve teknolojide elde ettiği kazanımlarla dünyanın en gelişmiş uluslarını oluşturmuştur. Tanrı'nın planında (God's Plan) "medenilerin, medeni olmayanları yönetmesi" yer almaktadır. Tanrı tarafından görevlendirilmiş olanlar, medeniyeti bütün dünyaya yaymakla sorumludur. Bu misyon XIX. yüzyılda tamamlanmak üzeredir. Ancak yeryüzünde tek bir istisna kalmıştır. O da Osmanlı topraklarında, gayri medeni Müslüman Türklerin, hálá medeni Doğu Hıristiyanlarını idare etmesidir. Bu hata düzeltilmeli ve Müslümanların, Hıristiyanları yönetmesi sona ermelidir. 1820-1914 arasında bu plan yüzünden Balkanlar ve Kafkaslar'da yaşayan Müslümanlar acımasızca ezilip kendi vatanlarında vatansız kalınca, kurtuluşu Türkiye'ye gelmekte bulmuştur. Mustafa Kemal, kendisine Türk diyerek mutlu olan her kökten Müslüman'a, bir vatan inşa etmeyi kendine vazife bilmiştir.

Son Söz: Zıt da sanılsa, büyük fikirler zirvede buluşur.

EGE CANSEN

Biz hangi bayramı kutladık?

BAYRAMIN birinci günü bu köşeye koyduğum küçük bir not ile okuyucularımın "Şeker Bayramını" kutladığımı belirtmiştim.İki gündür de e-posta kutumda bu bayramın adının Şeker Bayramı değil, Ramazan Bayramı olduğuna ilişkin mektuplar okuyorum.Önemli bölümü, ülkemizin aşırı dinci kesimlerinde sıkça görülen ağzı bozuk insanların yazdığı küfürnameler.Küfür etmeyenler de alay ediyorlar, "Şekercilerin bayramı mı var" diye.Bazılarına göre ise ben Ramazan Bayramı’na Şeker Bayramı diyerek, dinibütün insanlara hakaret etmişim.Belli oluyor ki hepimizi birleştirmesi gereken bir bayram günü, belli bir çevrenin elinde yeni bir ayrışmanın vesilesi haline getirilmek isteniyor.Hicri Kamer yılının onuncu ayı olan Şevval’in ilk üç günü boyunca, dokuzuncu ay olan ve Müslümanların oruç tutarak geçirdiği Ramazan’ın bitişi nedeniyle bayram yapıyoruz.Araplar bu bayrama "id el-fitr" diyorlar. Bazı kaynaklarda, ramazanın bitimiyle birlikte yapılan ilk kahvaltıya istinaden bu adın verildiğini anlatılıyor. Bayramın ilk günü güneşin doğuşundan itibaren verilmesi "vacip" olan "sadaka-i fidr" ile de ilgili olabilir bu isim.Malezya’da Hari Raya ya da Aidl Fitri, Endonezya’da ise İdul Fitri veya Lebaran deniliyor. Bengalliler ise Shemai Eid adını uygun görmüşler.Bizde ise bu bayram Ramazan Bayramı ya da Şeker Bayramı olarak isimlendiriliyor.Şeker Bayramı adının ne zaman kullanılmaya başlandığına ilişkin bir bilgi yok, ancak bu bayramda Türklerin şeker ikram etme ádetinin varlığının buna yol açtığı tahmin ediliyor.Türklerin, önemli günlerinde tatlı ikram etme ve yeme alışkanlıklarından kaynaklanan bir durum olmalı bu.Bayramın nasıl isimlendirileceği ile ilgili dini bir emre rastlamadım. Kaldı ki böyle olsaydı herhalde İslami geleneğe uyarak Araplar gibi "id el-fitr" dememiz gerekecekti, Ramazan Bayramı değil.Geçmiş "Şeker Bayramınızı" bir kez daha kutluyorum!

Mehmet Y. Yılmaz