İlter TÜRKMEN
Malatya faciasının düşündürdükleri
MALATYA’da Protestan kilisesine bağlı üç kişinin Taliban, El Kaide ve Irak’taki dini fanatiklerin kurbanları gibi boğazları kesilerek katledilmeleri, kuşkusuz hepimizi bir vicdan muhasebesine zorluyor.Bernard Lewis’in Müslüman ülkelerdeki geri kalmışlığın nedenlerini inceleyen kitabının başlığından esinlenerek, "nerede hata yaptık" sorusunu sormamız ve bu soruya mutlaka bir cevap bulmamız gerekir. Malatya’daki olayın izole bir olay olmadığı, daha önce de benzer eylemlere girişildiği göz ardı edilemez.Genellikle, İslam bir barış ve hoşgörü dinidir, şiddet ve teröre cevaz vermez, deniyor. İyi de önemli olan dinin nasıl yorumlandığı ve bu yorumun gerçekte ne gibi sonuçlar doğurduğudur. Eğer dini yorumlar fiiliyatta diğer dinlere karşı nefreti ve şiddeti körüklüyorsa, bu yorumların üzerinde de durulmalıdır.
* * *
Diyanet İşleri Başkanı, isabetli bir açıklamada bulunarak katliamı dine, vatana ve millete ihanet olarak vasıflandırdı ve misyonerlerin faaliyetlerinin bir tehlike teşkil etmediğini belirtti.Fakat başkanlığa bağlı Diyanet Vakfı’nın "Misyonerlik" kitabında, misyonerliğin Haçlı savaşlarının bir devamı şeklinde gösterildiğini öğreniyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı, tutarlı bir yaklaşımla dini hoşgörüyü sürekli teşvik edecek girişimlerde bulunmalıdır.Tabii Türkiye’de sorun radikal dini inançlardan ibaret değil. Milliyetçi fanatizm, dini fanatizmle iç içe geçmiş durumda. "Kuran kitabımız, Turan hedefimiz" gibi sloganların yansıttığı "Türk-İslam sentezi"nin çok destek bulduğu bir gerçek. Meselenin bir başka yönü daha var. Laikliğin en ateşli taraftarları, bütün dinlere saygıyı savunacaklarına meydanlarda misyonerliğin ulusal bir tehlike olduğunu ilan edip duruyorlar.Bir siyasi parti liderine göre misyonerlik, Türkiye’yi bölme senaryolarının bir parçası. Yüksek sorumluluk mevkilerinde, AB ve ABD’yi de Türkiye’yi bölme komplolarının aktörleri olarak görenler çok. Birinci Dünya Savaşı’ndan bitkin çıkmış bir Türkiye bile bölünemedikten sonra bugün nasıl bu amaca ulaşılabilecek, o belli değil.Bana göre Türkiye’nin bölünmesi için ABD ile büyük AB ülkelerinin Türkiye’yi müştereken işgal etmelerinden başka bir yol yok! Böyle bir olasılık da galiba ufukta pek gözükmüyor.
* * *
Birinci Dünya Savaşı’ndaki göçler ve daha sonra Yunanistan’la ahali mübadelesini takiben İstanbul ve Anadolu’da gayrimüslimlerin sayısında büyük bir azalma olmuştu. Artık bir tehdit oluşturmaları söz konusu değildi. Fakat azınlıklara daima derin bir kuşkuyla bakıldı. Tam Türk vatandaşı olarak algılanmadılar.Hukuki metinlere bile "Türk vatandaşı yabancılar" gibi ibareler sokuldu. Azınlıklara yönelik önlemler her zaman siyasi otoritenin kararıyla alınmadı. Azınlıkları sürekli milli bir tehlike olarak algılayan bürokrasi çok kere emrivakiler yoluna başvurdu. Azınlıklara karşı duyulan kuşku, din değiştirmelerine de sirayet etti.Türkiye, halen bütün Müslüman ülkeler içinde en az başka dinden insan barındıran bir ülkedir. Bazı Arap ülkelerinde Hıristiyanların oranı, nüfusun yüzde 10’una kadar varıyor.Türkiye’de en fazla birkaç bin kişi şimdiye kadar Protestan oldu diye telaşa kapılmak, konuyu rahmetli Ecevit’in yaptığı gibi bir güvenlik tehdidi algılamasıyla Milli Güvenlik Kurulu gündemine taşımak, paranoya değil de nedir?Türk milletine vehimler aşılayarak siyasi amaçlarına varmaya çalışanlar, ülkenin gittikçe daha kutuplaşmasına ve sonunda bölünmesine hizmet ettiklerini nihayet anlamalıdırlar.Türkiye’nin dışarıdan kaynaklanan sorunları elbette vardır, fakat içeriden kaynaklanan sorunları çok daha tehlikeli boyuttadır. Çareleri dışarıda değil, içeride arayalım.
24 Nisan 2007 Salı
23 Nisan 2007 Pazartesi
Çocuklarımızın eğitimi
Ercan KUMCU
Çocuklarımızın eğitimi
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklarımızın eğitimi üzerine eleştirisel bir bakış açısıyla biraz kafa yormamızın faydalı olacağını düşünüyorum.
Nasıl bir nesil yetiştirip bu nesle hedefe uygun nasıl bir eğitim olanağı sunulması gerektiği yalnız bizim değil, tüm ülkelerin önemli sorunlarından biridir. O nedenle "eğitim reformu" her ülkede konuşulur. Hiçbir ülke "ben doğruyu buldum ve uyguluyorum" diyecek durumda değildir. Çünkü, konu hem karmaşıktır hem de konunun zaman içinde değişime açık dinamik bir tarafı vardır.
NASIL BİR NESİL
Her şeyden önce, çocuklarımızın eğitimini küresel bir boyutta düşünmemiz gerekiyor. Çocuklarımız ileride yalnızca kendi ülkesindeki arkadaşlarıyla değil, tüm dünyadaki meslektaşlarıyla yarışacak. İşgücü giderek akışkan oluyor. Çinli Amerika’da çalışıyor. Amerikalı Hindistan’da görev alıyor. Türkler Londra piyasasını istila edebiliyor. Yabancıların ülkemizde çalışmalarına çocuklarımızın iş olanaklarını azaltıyor diye bakamayız. Çünkü, bizim çocuklarımız da başka bir milletin çocuklarını işlerinden edebiliyor.
Çocuklarımız artık yalnızca bir değil, birden fazla yabancı dil konuşmak zorunda. Bir yabancı dil bildiğinizde, küresel piyasada yabancı dil bilmiyormuş gibi hissedilmeye başlandı. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi geçmişin popüler dilleri değil, Çince, Rusça, Japonca ve İspanyolca gibi diller yaygınlaşmaya başladı.
Artık, içine kapalı, kendi ülkesinden başka dünyayı tanımayan katı milliyetçi eğitim yaklaşımı geçersiz olmaya başladı. Kendi ülkesini bilmek yanında, dünyayı tanıyan, dünya sorunlarını tartışabilen, dünyada olup bitenleri takip edebilen nesiller yetiştirmek zorundayız. Ezberci değil, analiz yeteneği gelişmiş insanların başarı şansları var.
Doğru olarak kabul edilenleri sorgulayabilme yeteneği olan, ama sloganlara sarılmış bir nesil değil, düşüncelerini ve yaklaşımlarını bilgi ile destekleyebilen öz güveni gelişmiş, bilgisayar teknolojisinden yararlanmayı günlük hayatının bir parçası yapabilmiş bir nesil yetiştirmek zorundayız. Aksi taktirde, bizim çocuklarımız, kendi ülkesinde başkaları tarafından iş piyasasından kovulacaklar, ama başka ülkelerde başkalarının çocuklarını işlerinden edemeyeceklerdir.
Kendini yazılı ve sözlü olarak ifade edebilen bir nesil yetiştirmek gerekiyor. İletişim küresel ekonominin en önemli öğelerinden biri haline geldi. Topluluk önünde konuşma yeteneği gelişmiş, düşüncelerini en kısa yoldan anlaşılır ve kısa bir biçimde yazılı ve sözlü olarak ifade edebilen bir nesil hedeflemeliyiz. Okuma alışkanlığı edinmiş, okumayı televizyonlarda anlamsız dizileri seyretmeye tercih eden insanlara ihtiyacımız var.
ATAMIZIN VİZYONU
Çok iyi matematik öğretebiliriz. Tarih, coğrafya ve fen derslerinde çok başarılı öğrencilerimiz olabilir. Bunların hepsi gerekli olabilir, ama hiçbir biçimde yeterli değillerdir.
Çocuklarımızı okullarda bu açılardan değerlendirmemiz gerekiyor. Çoktan seçmeli sorular yoluyla değerlendirip çocuklarımızı liselere ve üniversitelere yerleştirmeye çalıştığımız sürece 21nci yüzyılın talep ettiği insan gücünü yetiştirebilmemiz mümkün değildir. Bu değerlendirme yöntemleri nesilleri yanlış yönlendirmek anlamına gelir.
Böyle bir nesil yetiştiremediğimizde, doğal olarak korumacılık eğilimleri güçlenecek ve milliyetçi söylevlerle kendimizi dış dünyaya kapatmanın daha ehven olacağını düşünmeye başlayacağız. Bu olasılık gerçekleşme yoluna girdiğinde, bu büyük günü çocuklarımıza adayan bir neslin vizyonunu ıskalamış olacağız.
Bayramımız hepimize kutlu olsun.
Türban ve Çankaya
Emre KONGAR
12 Eylül 1980 askeri darbesini izleyen yıllarda dinci yazar ve düşünür kardeşlerimiz, açık oturumlarda, panellerde, köşe yazılarında hep bir gerçeği dile getiriyorlardı:
"Biz iktidara gelince kadınların başlarını örtmesi için yasa çıkartmayacağız, halkın baskısı kadınların başlarını örttürecek."
***
"Halk" dedikleri, tabii erkekler, babalar, ağabeyler, kocalar.
Tam bir erkek egemenliği.
Tam bir feodal baskı.
***
Sorun sadece feodalite olsa, pazar ekonomisinin gelişmesiyle aşılır .
Sorun sadece köylülük olsa, tarımın makineleşmesiyle çözülür .
Sorun sadece gecekondu kültürü olsa, kentlileşmeyle o da halledilir .
Hatta sorun sadece din ve mezhep olsa, çağdaşlaşmayla onun bile üstesinden gelinir .
Ama sorun siyasal !
Yukarıdaki bütün öğeler, gelenek, görenek, inanç ve din adıyla, siyaset şemsiyesi altında bütünleştiriliyor .
Bu nedenle de aşılamıyor.
Annelerimizin, anneanne ve babaannelerimizin başörtüsü, türbana, sıkmabaşa, tesettüre dönüştürülüp siyaset sofrasında meze yapılınca sorun çözülemiyor.
***
"Türban, sıkmabaş, tesettür inancımdır" diyenlere sormak gerek:
"Dünyada milyonlarca başı açık Müslüman kadın yaşıyor, onlar dinsiz mi, inançsız mı?"
Türbanı, sıkmabaşı, tesettürü, din adına, inanç uğruna savunanlar bu sorunun yanıtını veremiyorlar .
Çünkü bu bir inanç sorunu değil, bir siyasal simge sorunu .
***
Sıkmabaşı, özgürlük uğruna savunanlara sormak gerek:
"Kendisini inançlı bir Müslüman olarak tanımlayan kadınların başları açık gezme özgürlüğü yok mu?"
Buna da yanıt veremiyorlar, çünkü temelde biliyorlar ki, sorun bir özgürlük ya da inanç sorunu değil, siyasal bir sorun .
***
Sıkmabaşı, türbanı siyasal bir simge olarak kullanan, inançları siyaseten istismar eden görüş, laikliğin korunması için sıkmabaşın kamu alanında yasaklanması gündeme gelince, dışarıda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 'ne, içeride Danıştay 'a, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 'ın ağzından "Efendi bu senin işin değil, konuyu ulemaya (din bilginlerine) sor" diye eleştiri yöneltiyor.
***
Türbanı, sıkmabaşı bir siyasal simge olarak kullanan, inançları siyasal alanda istismar eden bu siyasal görüşün lideri olan Recep Tayyip Erdoğan 'ın veya işaret edeceği bir kişinin Çankaya'ya çıkması, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma niteliğini zedeleyecektir.
***
Çankaya'ya böyle bir kişinin çıkması, anayasa açısından bir sivil darbe değil de nedir?
12 Eylül 1980 askeri darbesini izleyen yıllarda dinci yazar ve düşünür kardeşlerimiz, açık oturumlarda, panellerde, köşe yazılarında hep bir gerçeği dile getiriyorlardı:
"Biz iktidara gelince kadınların başlarını örtmesi için yasa çıkartmayacağız, halkın baskısı kadınların başlarını örttürecek."
***
"Halk" dedikleri, tabii erkekler, babalar, ağabeyler, kocalar.
Tam bir erkek egemenliği.
Tam bir feodal baskı.
***
Sorun sadece feodalite olsa, pazar ekonomisinin gelişmesiyle aşılır .
Sorun sadece köylülük olsa, tarımın makineleşmesiyle çözülür .
Sorun sadece gecekondu kültürü olsa, kentlileşmeyle o da halledilir .
Hatta sorun sadece din ve mezhep olsa, çağdaşlaşmayla onun bile üstesinden gelinir .
Ama sorun siyasal !
Yukarıdaki bütün öğeler, gelenek, görenek, inanç ve din adıyla, siyaset şemsiyesi altında bütünleştiriliyor .
Bu nedenle de aşılamıyor.
Annelerimizin, anneanne ve babaannelerimizin başörtüsü, türbana, sıkmabaşa, tesettüre dönüştürülüp siyaset sofrasında meze yapılınca sorun çözülemiyor.
***
"Türban, sıkmabaş, tesettür inancımdır" diyenlere sormak gerek:
"Dünyada milyonlarca başı açık Müslüman kadın yaşıyor, onlar dinsiz mi, inançsız mı?"
Türbanı, sıkmabaşı, tesettürü, din adına, inanç uğruna savunanlar bu sorunun yanıtını veremiyorlar .
Çünkü bu bir inanç sorunu değil, bir siyasal simge sorunu .
***
Sıkmabaşı, özgürlük uğruna savunanlara sormak gerek:
"Kendisini inançlı bir Müslüman olarak tanımlayan kadınların başları açık gezme özgürlüğü yok mu?"
Buna da yanıt veremiyorlar, çünkü temelde biliyorlar ki, sorun bir özgürlük ya da inanç sorunu değil, siyasal bir sorun .
***
Sıkmabaşı, türbanı siyasal bir simge olarak kullanan, inançları siyaseten istismar eden görüş, laikliğin korunması için sıkmabaşın kamu alanında yasaklanması gündeme gelince, dışarıda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 'ne, içeride Danıştay 'a, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 'ın ağzından "Efendi bu senin işin değil, konuyu ulemaya (din bilginlerine) sor" diye eleştiri yöneltiyor.
***
Türbanı, sıkmabaşı bir siyasal simge olarak kullanan, inançları siyasal alanda istismar eden bu siyasal görüşün lideri olan Recep Tayyip Erdoğan 'ın veya işaret edeceği bir kişinin Çankaya'ya çıkması, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma niteliğini zedeleyecektir.
***
Çankaya'ya böyle bir kişinin çıkması, anayasa açısından bir sivil darbe değil de nedir?
22 Nisan 2007 Pazar
Suçlu kim?
Özdemir İNCE
Hayır, ben suçlu değilim!
TRAJİK durumlarda verecek yanıt bulamayanlar, "Hepimiz suçluyuz!" diyerek işin içinden çıkarlar. Suç herkese sıvanınca zaten suç kalmaz ortada. Ve suçlu suçundan arınıp güçlenir.
Hayır, Malatya’da işlenen cinayetlerin sorumlusu ben değilim. Cinayetlerin nedeni ister dinsel, ister şoven milliyetçi, ister "karma" olsun!
Cinayetlerin ertesi günü (19 Nisan) Cağaloğlu’nda, bir TC vatandaşı, Protestan kilisesinden bir Hıristiyan’la tanıştım. Öldürülenlerden biri çok yakın arkadaşıymış. Perişandı, korku içinde ağlıyordu. İşyerine gidemeyecek kadar korkmuştu. Benim kim olduğumu bilmiyordu.
ARINÇ’A SORACAĞIM
"Laik bir ülkede yaşıyoruz. Vergimizi veriyoruz, sorumluluklarımızı yerine getiriyoruz. Müslümanların yaşama hakkı var, bizim yok. Ve biz şüpheli vatandaşlarız. Hani laiklik bütün dinlere aynı uzaklıktaydı" dedi. Bürosunda konuk olduğum arkadaşım:
"Meclis Başkanımız, dindar bir cumhurbaşkanı isterse bu böyle olur" diye ekledi.
Ben de söze karıştım:
"Yakında bir yazı yazıp Meclis Başkanı Arınç’a soracağım: Dindar bir Hıristiyan, bir Yahudi, bir Budist cumhurbaşkanı olabilir mi? Yoksa bu hak sadece Müslümanların mı?"
USTURANIN AĞZI
Bayanlar, baylar! Ben yıllardır, Öğrenim Birliği Yasası’ndan (Tevhid-i Tedrisat Yasası’ndan) ilham alan laik, demokratik ve cumhuriyetçi öğrenimi savunuyorum. İtiraz ediyorlar: Öğrenim Birliği tek tip insan yetiştirirmiş, bu da çoğulculuğa, dolayısıyla demokrasiye aykırıymış. Bu türden tutucu iddiaların kendisinden başka dayanağı yoktur.
Laik akıl ile dinsel dogmaların arasında kalan ruh ve zihin kontak yapar. Hastalanır. Dini, okullara bir bilgi edinme yöntemi olarak sokarsanız, eğitim ve öğretimi dinselleştirirseniz "çocuk" ruhu dinamitlenir ve patlar.
Laik denge ve adaletten uzak bir dinsel öğretim, "öteki"ni düşmanlaştırır. Düşmanlık mikrobu ise insanları yalnızlaştırır. Yalnız insan cemaate sığınır. İster dinci, ister ırkçı olsun! Bu ise terörün giriş kapısıdır. Öyle bir an gelir ki terör için bir merciden buyruk almak gerekmez, eylem bireysel, bağımsızdır, eylemcinin eylemi tek başınadır.
Katilleştirilen, katilleşen kim? Taşralı, dar gelirli ya da yoksul, okuma özürlü, çağ tarafından ezilmiş, örselenmiş, usturanın keskin ağzında yürüyen gençler. Çoğu özel tarikat yurtlarının ürünü. Tarikatlar gençleri ikiye ayırıyor: Efendiler ve paryalar! Efendi olacakları Sosyal Bilimler Liseleri’nden, seçkin ve ciddi okullardan seçiyor. Paryaların kaynağı da artık belli.
SORUMLU O SAĞ’DIR
Bu nedenle, işin içinde yabancı parmağı olsa bile, Trabzon, Hrant Dink ve Malatya cinayetlerinin sorumlusu 1950’den bu yana ülkeyi yöneten sağ iktidarlardır. O tarihten bu yana, karşı devrimin bu olayların doğrudan sorumlusu olduğunu düşünüyorum. Yarattığı kültür, ahlak ve dünya görüşü bu cinayetlerle suçüstü yakalandı. Ülkemizin liberalleri bu gerçeği ne yazık ki kavrayamıyor. Liberalin, cumhuriyet ve laiklik karşıtı olması mümkün mü? Bizde mümkün! İslamcılar ve neoliberaller, cumhuriyetin temel ilkelerini tartışma konusu yaptıkça ülke huzur bulamaz. Cumhuriyetçi demokrasi ve laiklik, can ve mal güvenliğidir! Gençleri tarikatların ve İslamcı cemaatlerin eline ben teslim etmedim!
Bir örümcek kafalının hezeyanları
Ertuğrul ÖZKÖK
Bir örümcek kafalının hezeyanları
RAHMETLİ babam, imbatın yüzümüzü okşadığı güzel İzmir akşamlarında rakısını yudumlarken, bir şükür haleti ruhiyesi içinde şunu söylerdi:
"Oğlum burası bizim son vatanımız. Gidecek başka yerimiz yok."
Rahmetli babam, Bulgaristan’da Kırcali Kasabası’nın bir köyünde doğdu.
Şimdi İzmir’e tepeden bakan bir mezarlıkta yatıyor.
Hayatımız boyunca son durağımızı, anavatanımızı, ülkemizi, Türkiye’mizi hep gururla anlattı.
Geldiği Bulgaristan’ı ve Bulgarları ise ne aşağıladı, ne bize düşmanlık aşıladı.
Sıkı bir Adnan Menderes’çiydi.
İnönü’ye çok kızgındı, ama eşimle benim nişan yüzüğümüzü taktığı akşam İnönü’yü tanıdı ve çok sevdi.
Ölümünden iki üç hafta önce benden istediği son şey, güzel bir Atatürk portresiydi.
Çerçeveletip gönderdiğim o Atatürk portresi, hálá son nefesini verdiği odada asılı duruyor.
Ailemin, akrabalarımın büyük çoğunluğu 70’li yıllarda Ecevit’e döndüğü halde, o hep demokratik sağı destekledi.
Demirelci oldu. Sonra Özalcı.
* * *
Geçen gün Yeni Şafak Gazetesi’nde, bir öğretim üyesinin Rumeli göçmenleri hakkında yazdıklarını okurken, gözümün önüne babam geldi.
Uzun süreden beri ilk defa ağladım.
Yazıyı yazan kişi Mücahit Bilici.
Üstelik ABD’de Michigan Üniversitesi’nde öğretim üyesi.
Kendince siyasi bir tahlil yapıyor.
Biliyorum bugün pazar.
Hepimizin durup nefes aldığı gün.
Müzik dinlediğimiz, yeni ürün zeytinyağlarına ekmeğimizi batırıp yediğimiz, bir kadeh şarap, bir bardak bira, rakı ile ruhumuzu rölantiye aldığımız gün.
Biliyorum, sizleri sinirlendireceğim.
Kızmayın lütfen.
Sakin biçimde okuyun bu zatın yazdıklarını.
Ve ülkemizde "öğretim üyesi" kisvesi altında nasıl bir yıkım ekibinin çalıştığını ibretle izleyin.
Sözü Michigan Üniversitesi’nde, yani Batı’da güya öğretim üyeliği yapan bu zata, Mücahit Bilici’ye bırakıyorum:
Buyurun size bir Rumeli göçmeni tarifi:
* * *
"Türkiye’deki mücadele, Balkanlar ile Anadolu arasındaki mücadeledir. Kültürel olarak tanımlanmış iki sınıf koalisyonunun mücadelesidir.
Bir tarafta etnik olarak Türk olmadıkları halde Türklüğü benimseyip genelleştirenler, diğer tarafta etnik olarak Türk oldukları halde üzerlerine özel tanımlanmış Türklük empoze edilenler var.
Bir tarafta Batılılar, sözümona laikler ve göçmenler var, diğer tarafta Anadolulular, dindarlar ve yerliler var.
Bir tarafın başkenti Çanakkale, Tekirdağ, Beşiktaş ve İzmir’dir.
Diğer tarafın başkenti Üsküdar, Kayseri, Erzurum ve Diyarbakır.
Bir tarafta devleti kuranlar var, diğer tarafta üzerlerine devlet kurulanlar var...
Bir tarafta Türkleşmiş ve Türkleştiren göçmen komitacı milliyetçiliğin Balkanlar ve Kafkaslar’dan gelen gruplardan kurulu koalisyonu var.
Öbür tarafta yeni-Türkleşmeyi reddeden ama asıl Türklüğü kabul edilmeyen Türkler (Anadolu Türkleri) ile değişik mağdurlardan (Kürtler vd.) koalisyon var."
* * *
Batı’da ders veren bir öğretim üyesinin yaptığı ayrımı görüyor musunuz?
Rumeli Türklerine, Kafkas Türklerine yapıştırdığı etiketlere bakar mısınız?
"Komitacı", "sömürücü", "Türkleşmiş ve Türkleştiren", "etnik olarak Türk olmayan"...
Durun bitmedi.
Bu zatın asıl amacı şimdi geliyor.
Bu zata göre, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle "Anadolu Türkleri", "Rumeli Türkleri"nin iktidarına son verecekmiş:
"Çok yakında Türkiye’de belki ilk kez halk, kendi cumhurbaşkanını kendi seçtikleri yoluyla seçecek."
Yazıyı okuyunca kendimi tutamadım.
Balkan göçmenlerine, Kafkasya göçmenlerine böylesine insafsızca, hayasızca yüklenen bu kafayı teşhir etmek gerekir diye düşündüm.
Pazar gününüzü işte bu yüzden berbat ettim.
Ve kendini utanmadan "öğretim üyesi" diye takdim eden bu zata haykırmak istedim.
Be adam, Kurtuluş Savaşı’nın en büyük iki kahramanından biri İnönü’nün anne tarafı Rumelili, baba tarafı Malatyalıydı. Buna ne diyeceksin?
Be adam, bu ülkeye "Yeter söz milletin" sloganıyla gelen Celal Bayar, Rumeli asıllıydı, buna ne diyeceksin?
Be adam, bu ülkeyi halk adına 30 yıla yakın süre yöneten Ispartalı Süleyman Demirel, Malatyalı Turgut Özal, Antalyalı Deniz Baykal, babası Kastamonu doğumlu Bülent Ecevit Rumeli göçmeni miydi?
Ayrıca olsa ne yazar?
Güneydoğu’nun Kürt’ünü bu ülkenin "asli evladı" sayıp da Rumeli’nin milyonlarca şehit vermiş çocuğunu "Balkan komitacısı" diye aşağılamanın hangi ahlaki, hangi vicdani, hangi bilimsel izahı vardır.
* * *
Ben Bulgaristan göçmeni bir ailenin çocuğuyum.
Rahmetli babam, "Burası son vatanımız, başka gidecek yerimiz yok" derdi.
Evet yok.
Burada kalacağız ve bu ülkeyi senin gibi örümcek kafalara bırakmayacağız; ne zenci-beyaz diye, ne Anadolulu-Rumelili diye böldüreceğiz.
Seçilecek cumhurbaşkanı da senin örümcek kafanın değil, bütün Türkiye’nin cumhurbaşkanı olacak...
23 Nisan _ 2
Emre Aköz
Atatürk'ün armağanı mı?
Yarın 23 Nisan : ' Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'. Çeşitli etkinliklerle bu bayramı kutlarken şu cümleyi sık sık işiteceğiz: " Atatürk'ün çocuklara armağan ettiği bu bayram..."
Mesela geçen gün NTV'den gelen epostada, yarınki program akışı vardı. Saat 09:00'da " Ata'dan çocuklara armağan " adlı program yayınlanacakmış.
Peki bu gerçek mi?
Hakikaten Mustafa Kemal 23 Nisan 'Ulusal Egemenlik Bayramı'nın aynı zamanda Çocuk Bayramı olmasını istedi mi? Mesela böyle bir emir verdi mi?
Yani 23 Nisan'ı çocuklara armağan etti mi?
Cevap: Hayır! Etmedi.
Mesela geçen gün NTV'den gelen epostada, yarınki program akışı vardı. Saat 09:00'da " Ata'dan çocuklara armağan " adlı program yayınlanacakmış.
Peki bu gerçek mi?
Hakikaten Mustafa Kemal 23 Nisan 'Ulusal Egemenlik Bayramı'nın aynı zamanda Çocuk Bayramı olmasını istedi mi? Mesela böyle bir emir verdi mi?
Yani 23 Nisan'ı çocuklara armağan etti mi?
Cevap: Hayır! Etmedi.

Biliyorsunuz, Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920'de açıldı. Tam bir yıl sonra, Saruhan (Manisa) Milletvekili Refik Şevket ( İnce ) Bey ve arkadaşlarının teklifiyle 23 Nisan ' Milli Hâkimiyet Bayramı' olarak kabul edildi.
Aradan yıllar geçti. 1929'da Himayei Etfal Cemiyeti (şimdiki adıyla ' Çocuk Esirgeme Kurumu') Başkanı ve Mersin Milletvekili Dr. Fuat
( Umay ) Bey'in girişimiyle 23-29 Nisan arası ' Çocuk Haftası' olarak kutlanmaya başlandı.
23 Nisan 1929'da kurumun genel merkezinde ilk tören yapıldı. Burada Başbakan İsmet İnönü çocuklara şeker dağıttı. Törenlerde tebrikleri kabul eden kişi ise dönemin Meclis Başkanı Kazım ( Özalp ) Paşa'ydı.
Atatürk, 1929'dan 1938'deki vefatına kadar, gerçekleştirilen 10 çocuk balosunun sadece ikisine katıldı.
Özetle: 23 Nisan'ın çocuk bayramı olmasında Atatürk'ün doğrudan bir katkısı yoktur.
Tabii o ' yapmayın' deseydi, yapılmazdı. İtiraz etmediğine göre ve iki kere de balolara katıldığına göre dolaylı bir şekilde onaylamış oluyordu.

Gelelim bayramın 'Milli Egemenlik' yönüne... 23 Nisan, 29 Ekim (Cumhuriyet'in ilanı) kadar önemli bir gündür.
Çünkü Kurtuluş Savaşı'nı Meclis yürütmüş, Padişah'a ve İstanbul hükümetlerine karşı Milli Mücadele'nin meşruiyetini Meclis sağlamıştır.
Eğer Meclis olmasaydı, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, ' padişaha başkaldıran asiler' gibi görünecekti.
Cumhuriyeti kabul eden, Mustafa Kemal'i cumhurbaşkanı seçen de yine Meclis'tir.
Ancak çocuk bayramının 23 Nisan'a bitiştirilmesi bence iyi olmamıştır. Çünkü 'Milli Egemenlik' gibi çok temel bir kavramın, ' himayeye muhtaç' bir varlık olan ' çocuk' ile yan yana getirilmesi olayı sulandırmıştır.

İlanda sadece Mustafa Kemal'in 15 Ocak 1923'te Eskişehir'de yaptığı konuşmadan bir bölüm yer alıyor. Atatürk bu konuşmasında Meclis'in de hata yapabileceğini, hatta istibdada sapabileceğini belirtiyor.
İlanı verenlerin niyeti açık: Bugünkü Meclis'in meşruiyetini sorgulanır hale getirmek. Ne hikmetse, dört buçuk yıl böyle ilanlar vermeyi düşünmeyenler, tam da Meclis cumhurbaşkanını seçeceği zaman ortaya çıkıverdi.
Bir iki noktayı hatırlatarak konuyu kapatalım:
1) Atatürk öyle konuşuyordu çünkü amacı Meclis'i seçimlere sürüklemekti. Sözünü dinleyen, onu asla eleştirmeyen, kendi tabiriyle ' Kız gibi bir Meclis' istiyordu.
2) Atatürk o gün Eskişehir'de " Biz bütün milletçe, Hükümetçe ve Meclisçe samimi surette barışa taraftarız " da demişti.
3) Ve kötü bir tesadüf: Atatürk bu konuşmaları yaparken, yaveri Salih ( Bozok ) Bey'den gelen telgraf, annesi Zübeyde Hanım'ın vefat ettiğini bildiriyordu. Cenazeye gitmeyen Mustafa Kemal, İzmir'e şu telgrafı çekti: "Verdiğiniz elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin cenaze törenini uygun bir şekilde yaptırınız."
23 Nisan
Yarın, 23 Nisan...
Babası öldü.
Yetim büyüdü.
Üvey evlat oldu.
Tutuklandı.
Hapse atıldı.
Sürüldü.
İşsiz kaldı.
(Şöyle yazıyordu o sıkıntılı günlerde kaleme aldığı günlüğüne: Harcamalarım fazla değil, zira gelirim hep az.)
Hastalandı...
Böbreklerinden.
Vuruldu...
Göğsünden.
Mesleğinden atıldı.
İdama çarptırıldı.
Kardeşleri öldü.
Çocuğu olmadı.
Boşandı.
Karaciğeri iflas etti.
Yetim büyüdü.
Üvey evlat oldu.
Tutuklandı.
Hapse atıldı.
Sürüldü.
İşsiz kaldı.
(Şöyle yazıyordu o sıkıntılı günlerde kaleme aldığı günlüğüne: Harcamalarım fazla değil, zira gelirim hep az.)
Hastalandı...
Böbreklerinden.
Vuruldu...
Göğsünden.
Mesleğinden atıldı.
İdama çarptırıldı.
Kardeşleri öldü.
Çocuğu olmadı.
Boşandı.
Karaciğeri iflas etti.

Evet...
Mustafa Kemal bu.
Mustafa Kemal bu.

Yarın, 23 Nisan.
"Neşe doluyor insan" klişeleriyle falan olmuyor bu iş.

Evladı olmayan bir yetimin, duygularını anlatın... Anlatın ki, o yetimin, evlatlarımıza bıraktığı hediyenin kıymetini anlasın evlatlarımız.

Bu bayram, onlara anlatıldığı gibi, folklorik bir müsamere coşkusundan ibaret değil çünkü... Anlatın ki, kökeninde barınan derin hüznü kavrasınlar.

İşte liste yukarıda.
Kısacık ömründe bir insanın başına ne felaket gelebilirse, gelmiş... Bunu anlatın.
Direnen...
Teslim olmayan ruhu anlatın.
Kısacık ömründe bir insanın başına ne felaket gelebilirse, gelmiş... Bunu anlatın.
Direnen...
Teslim olmayan ruhu anlatın.

Korkmasınlar engellerden.
Korkmasınlar yalnız kalmaktan.
Korkmasınlar işsizlikten.
Korkmasınlar parasızlıktan.
Korkmasınlar alçaklardan.
Korkmasınlar doğrulardan.

Sadece organ değil arkadaş.
Bunu anlatın.
Bahçıvan
Bahçıvan
Günahkâr saydıklarının gırtlaklarını keserek boğazlamayı, kendileri için kutsal bir görev saymış 3-5 genç psikopatın umacı haberleriyle, Ankara'daki siyasal kılıç şakırtılarına bakarak, enseyi karartacak bir ekşimenin içine neden düşmeli ki insan?
* * *
Şöyle sabah erkenden kalkıp, hafifçe gerinirken hava da sisli puslu değilse...
İlk fincan kahve için, suyu çarçabuk kaynatan elektrikli çaydanlığın düğmesine de basınca...
Bundan 50 yıl önce, ne suyu bu kadar çabuk kaynatan elektrikli bir çaydanlık vardı, ne de TV kanallarından yurtta ve dünyada olup bitenleri izleyebilme olanağı.
* * *
Dünya ne Türkiye'den ibaret, ne Japonya'dan, Ne Uganda'dan ve yeryüzüne şöyle tepelerden bakınca...
Bendenizin çocukluğumda Göztepe'den Çamlıca'daki büyük teyzelere; günü birliğine gidip dönemeyeceğimizden, gece yatısına giderdik.
Şimdi ise İstanbul'dan Londra'ya günü birliğine gidip gelenler bile var.
* * *
Fransız İhtilali'yle ortaya çıkan "ulus-devlet" modelinde; egemenlik de, aristokratlardan, demagogların eline geçti ve çok pahalıya mal oldu insanlığa...
2 Dünya savaşında bombalanmadık ne İngiltere kaldı, ne Almanya, ne Japonya ve milyonlarca insan ölüp gitti...
Ölüp gitti de ne oldu; Almanya'nın mı toprakları küçüldü, İspanya'nın mı?
Sadece Osmanoğulları'nın 5 milyon kilometrekare olan egemenlik alanından 34 devlet birden çıktı, o kadar.
* * *
Neyse ki önce Avrupa anladı; tanklar, toplar, bombardıman uçakları, savaş gemileriyle birbirinin başkentlerini harabeye çevirmenin anlamsızlığını ve aynı bayrak altında AB vatandaşlığını geliştirip, büyük oranda da ortak bir para birimine geçti.
Oh be...
Herhalde Türkiye'den daha önce Rusya da AB'ye girince; "Avrupa vatandaşlığı", "Avrasya vatandaşlığı"na dönüşecek...
* * *
Başbakan Tayyip Bey, bendenizin yaşına geldiğinde; pasaportunda "Avrasya vatandaşı" diye yazması olasıdır.
Ve Avrasya Siyasal Müzesine, 16. yüzyılda "Güneş Sitesi"ni yazmış olan Campanella ile aynı yüzyılda "Ütopya"yı yazmış olan Thomas Morus'ün anıtları yanına, ola ki Tevfik Fikret'inki de konacak. Çünkü o da neredeyse yüz yıl önce şu mısraları yazmıştı:
Toprak vatanım, nev-i beşer milletim; insan,
İnsan olur ancak bunu izanla, inandım.
* * *
Ha evet, kimin Cumhurbaşkanı seçileceği tahminleri de, fokurdayıp gitmekte Ankara'da...
O fokurtular da bendenize, Peter Sellers'in "Bahçıvan" adlı eski bir filmini hatırlatıyor.
* * *
ABD'de "WASP" denilen ve Boston dolaylarında şatolara benzer bahçeli büyük malikânelerde yaşayan, elitin eliti bir kesim vardır; beyaz, Anglosakson kökenli, Protestan, zengin bir kesim...
ABD başkanlarıyla, o kesim arasında saç örgüsü ilişkiler adeta gelenekselleşmiş gibidir.
* * *
WASP'lardan büyük bir malikâne sahibinin, dış dünya ile hiç mi hiç ilişkisi bulunmayan, epey safça bir bahçıvanı vardır; efendisinin eski giysilerini, ayakkabılarını, gömleklerini kendisine verdiği bir bahçıvan.
* * *
Bahçıvanın efendisi bir gün ölüverir ve miras sorunlarını çözmeye çalışan avukatlar, dış dünyalardan habersiz saf bahçıvanı, çıkarırlar evden.
Elinde küçük bir çantayla ne yapacağını, ne edeceğini bilemeyen bahçıvan; caddelerden yürürken, kendisine yine WASP'lardan bir ailenin kızı çarpar arabasıyla...
Ayaklarından yaralanan bahçıvanı, hemen kızın babasının malikânesine götürür ve tekerlekli bir sandalyeye oturturlar.
* * *
Bahçıvanın kılığı kıyafeti, eski moda da olsa, çok üst düzeydir. Ve getirildiği malikânede, kendisi de WASP'lardan biri zannedilir.
Kendi bahçesindeki çiçeklerle uğraşmaktan başka bir şey bilmeyen bahçıvanla tanışma konuşmaları başlar:
- İsmi aliniz efendim?
- Bahçıvan...
- Meşguliyet alanınız?
- Bahçemizdeki rengarenk çiçekler ve ağaçlar...
Her sözünde derin bir hikmet olduğu sanılır bahçıvanın.
* * *
Derken ABD Başkanı gelir, bahçıvanın misafir edildiği malikâneye. Malikânenin sahibi, çok yakın bir danışmanıdır Başkanın ve Başkan da bahçıvanla tanışır.
* * *
Başkan sorar bahçıvana:
- Durumlar hakkında görüşleriniz nedir?
Bahçıvan:
- Kökleri kesmemek gerekir, der.
Ve büyük bir hikmet olduğu sanılır bu sözde de...
- Önerileriniz nedir bu konuda?
- Şimdi çapalama zamanı, ilerde bazı çiçekler de toplanıp vazolara konabilir.
* * *
Bahçıvan da, Başkanın dostları arasına katılır ve Başkan'dan sonra adaylığı söz konusu olmaya başlar ABD Başkanlığına...
O ise, her konuşmasında vaktiyle çalıştığı bahçedeki çimleri, çiçekleri, ağaçları anlatmaktadır sadece ve her sözünde bir hikmet olduğu sanılmaktadır.
Harika bir filmdir Bahçıvan...
* * *
Bugün cumartesi, değmez enseyi karartmaya... Hele hele "Avrasya vatandaşlığı" gözlüğüyle de, bakılabiliyorsa olup bitenlere...
Çetin Altan
Kuzey Irak a Müdehale
İlter TÜRKMEN
Kuzey Irak'a müdahale
GENELKURMAY Başkanı'nın 12 Nisan günü basın toplantısındaki konuşması, gerek özü gerek sakin, yapıcı ve hatta nüktedan üslubu ile son zamanlardaki politik gerginliği önemli ölçüde azaltacak nitelikteydi.
Ne yazık ki, Cumhurbaşkanı'nın ertesi günü Harp Akademileri'nde kullandığı, uzlaşma zihniyetinden tamamen yoksun, dogmatik ifadeler ve aynı gün Nokta Dergisi'nin basılması, tansiyonun süratle yükselmesine neden oldu.
14 Nisan'da Ankara'daki miting ise çok ciddi bir kutuplaşma içinde olduğumuzu bir kere daha kanıtladı. Her neyse, ben bugün Genelkurmay Başkanı'nın Kuzey Irak'a müdahale konusunda söyledikleri üzerinde durmakla yetineceğim.
* * *
Orgeneral Büyükanıt, Kuzey Irak'a bir operasyonun askeri açıdan yapılması gerektiğini, bunun fayda sağlayacağını, TSK'nın gerekli güce sahip bulunduğunu, ancak siyasi karara ihtiyaç duyulduğunu vurguladı. Daha önce Dışişleri Bakanı da müdahalenin uluslararası hukuktan kaynaklanan bir hak teşkil ettiğini savunmuştu.
Uluslararası hukuk açısından bakıldığında üç türlü müdahale opsiyonu söz konusu olabilir: Sıcak takip, insancıl müdahale ve meşru savunma. Tek taraflı sıcak takip hakkı, ancak deniz alanlarında geçerli. Karasularınız, güvenliğinize zarar verecek veya suç oluşturan biçimde ihlal edilmişse açık denizde sıcak takip hakkınız var.
Karada ise sınırınızın öbür tarafında bir başka ülkenin egemenliği başladığından, ancak onun rızasıyla takip operasyonu yürütebilirsiniz. Irak ile vaktiyle bu konuda her yıl yenilenen bir anlaşmamız vardı. Bugün yok.
* * *
Bir ikinci müdahale opsiyonu, insancıl müdahaledir. Henüz uluslararası hukuk tarafından kodifiye edilmemiştir; fakat geniş kabul gören kıstaslar mevcuttur. Örneğin, Türkmenlere karşı bir katliama girişildiği takdirde bu hak ileri sürülebilir.
Dikkat edilecek başlıca kriterler şunlardır: Geniş çapta insan haklarının ihlallerinin mevcudiyeti, ilk önce bütün barışçı yolların tüketilmesi, müdahalenin orantılı olması, bölgesel istikrarsızlığa neden verilmemesi, müdahalenin insancıl sonuçlar doğurması.
Nihayet üçüncü müdahale opsiyonu, BM Şartı'nın 51'inci maddesine göre "silahlı bir saldırı"ya karşı meşru savunma hakkının kullanılmasıdır. O zaman da bu hakkın kullanımı amacıyla alınan bütün önlemlerin derhal Güvenlik Konseyi'ne bildirilmesi gerekir.
Konsey, uluslararası barış ve güvenliği korumak için gerekli kararları alabilir. Burada dikkat edilecek bir nokta var. Uluslararası Adalet Divanı'nın içtihadına göre, bir ülkenin toprağına kapsamlı bir operasyon boyutunda silahlı gruplar gönderilmesi "siláhlı saldırı" sayılabilir; fakat "isyancılar"a yardım veya onlara mali kaynak veya silah sağlanması 51. maddedeki tarife girmez.
* * *
En güçlü bir ordunun bile asimetrik bir çatışmaya karşı ne kadar kırılgan olabileceğini, Afganistan'a ve Irak'a müdahaleler tereddüde imkán bırakmayacak şekilde göstermiştir.
Bir müdahalede PKK teröristleri Kuzey Irak'ın dört bir tarafına dağılacaklardır. Onları bulup kesin sonuç almak o kadar kolay olmayabilir. Müdahale uzadığı takdirde ise Iraklı Kürt grupların saldırılarına maruz kalınmayacağını kim garanti edebilir?
Kaldı ki, uluslararası hukukun sınırlamaları bir tarafa, ABD'den, AB'den, bölge ülkelerinden tepkiler ve suçlamalar geleceği kesindir. Operasyonun finansmanının ve siyasi yansımalarının ekonomik etkileri de göz ardı edilemez.
Kuzey Irak'a bir operasyon, ancak siyasi zemini iyice hazırlandığı ve süratle askeri hedefine varabildiği takdirde başarılı sayılacaktır. Aksi takdirde yarardan çok daha fazla zarar getirir.

GENELKURMAY Başkanı'nın 12 Nisan günü basın toplantısındaki konuşması, gerek özü gerek sakin, yapıcı ve hatta nüktedan üslubu ile son zamanlardaki politik gerginliği önemli ölçüde azaltacak nitelikteydi.
Ne yazık ki, Cumhurbaşkanı'nın ertesi günü Harp Akademileri'nde kullandığı, uzlaşma zihniyetinden tamamen yoksun, dogmatik ifadeler ve aynı gün Nokta Dergisi'nin basılması, tansiyonun süratle yükselmesine neden oldu.
14 Nisan'da Ankara'daki miting ise çok ciddi bir kutuplaşma içinde olduğumuzu bir kere daha kanıtladı. Her neyse, ben bugün Genelkurmay Başkanı'nın Kuzey Irak'a müdahale konusunda söyledikleri üzerinde durmakla yetineceğim.
* * *
Orgeneral Büyükanıt, Kuzey Irak'a bir operasyonun askeri açıdan yapılması gerektiğini, bunun fayda sağlayacağını, TSK'nın gerekli güce sahip bulunduğunu, ancak siyasi karara ihtiyaç duyulduğunu vurguladı. Daha önce Dışişleri Bakanı da müdahalenin uluslararası hukuktan kaynaklanan bir hak teşkil ettiğini savunmuştu.
Uluslararası hukuk açısından bakıldığında üç türlü müdahale opsiyonu söz konusu olabilir: Sıcak takip, insancıl müdahale ve meşru savunma. Tek taraflı sıcak takip hakkı, ancak deniz alanlarında geçerli. Karasularınız, güvenliğinize zarar verecek veya suç oluşturan biçimde ihlal edilmişse açık denizde sıcak takip hakkınız var.
Karada ise sınırınızın öbür tarafında bir başka ülkenin egemenliği başladığından, ancak onun rızasıyla takip operasyonu yürütebilirsiniz. Irak ile vaktiyle bu konuda her yıl yenilenen bir anlaşmamız vardı. Bugün yok.
* * *
Bir ikinci müdahale opsiyonu, insancıl müdahaledir. Henüz uluslararası hukuk tarafından kodifiye edilmemiştir; fakat geniş kabul gören kıstaslar mevcuttur. Örneğin, Türkmenlere karşı bir katliama girişildiği takdirde bu hak ileri sürülebilir.
Dikkat edilecek başlıca kriterler şunlardır: Geniş çapta insan haklarının ihlallerinin mevcudiyeti, ilk önce bütün barışçı yolların tüketilmesi, müdahalenin orantılı olması, bölgesel istikrarsızlığa neden verilmemesi, müdahalenin insancıl sonuçlar doğurması.
Nihayet üçüncü müdahale opsiyonu, BM Şartı'nın 51'inci maddesine göre "silahlı bir saldırı"ya karşı meşru savunma hakkının kullanılmasıdır. O zaman da bu hakkın kullanımı amacıyla alınan bütün önlemlerin derhal Güvenlik Konseyi'ne bildirilmesi gerekir.
Konsey, uluslararası barış ve güvenliği korumak için gerekli kararları alabilir. Burada dikkat edilecek bir nokta var. Uluslararası Adalet Divanı'nın içtihadına göre, bir ülkenin toprağına kapsamlı bir operasyon boyutunda silahlı gruplar gönderilmesi "siláhlı saldırı" sayılabilir; fakat "isyancılar"a yardım veya onlara mali kaynak veya silah sağlanması 51. maddedeki tarife girmez.
* * *
En güçlü bir ordunun bile asimetrik bir çatışmaya karşı ne kadar kırılgan olabileceğini, Afganistan'a ve Irak'a müdahaleler tereddüde imkán bırakmayacak şekilde göstermiştir.
Bir müdahalede PKK teröristleri Kuzey Irak'ın dört bir tarafına dağılacaklardır. Onları bulup kesin sonuç almak o kadar kolay olmayabilir. Müdahale uzadığı takdirde ise Iraklı Kürt grupların saldırılarına maruz kalınmayacağını kim garanti edebilir?
Kaldı ki, uluslararası hukukun sınırlamaları bir tarafa, ABD'den, AB'den, bölge ülkelerinden tepkiler ve suçlamalar geleceği kesindir. Operasyonun finansmanının ve siyasi yansımalarının ekonomik etkileri de göz ardı edilemez.
Kuzey Irak'a bir operasyon, ancak siyasi zemini iyice hazırlandığı ve süratle askeri hedefine varabildiği takdirde başarılı sayılacaktır. Aksi takdirde yarardan çok daha fazla zarar getirir.
Enerji
İlter TÜRKMEN
Enerji politikamızda gelişmeler
SİYASİ ve toplumsal çalkantılar içinde bulunduğumuz bir devrede, enerji alanında, Türkiye'nin yalnızca ekonomik geleceğini değil, Avrupa ile Ortadoğu'da politik ağırlığını etkileyecek gelişmeler yaşanıyor.
Ülkemizin bir enerji nakil merkezi haline gelmesini sağlayacak projelerin uygulama aşamasına gelindi. Rusya'nın, Bulgaristan ve Yunanistan ile, Karadeniz'i Ege Denizi'ne bağlayacak Burgaz-Dedeağaç petrol boru hattı üzerinde anlaşmaya varmış olmasına rağmen, Samsun-Ceyhan hattı projesi geçerliliğini korudu ve inşasına başlanıyor. Bu boru hattının kapasitesini dolduracak petrolün nereden sağlanacağı henüz tam belli değil. İki boru hattı rekabet içinde olacaklar. Ancak Samsun-Ceyhan'ın avantajları var. İnşası daha önce başlıyor ve Burgaz-Dedeağaç kadar çevre bakımından sakıncaları yok. Üstelik Ceyhan'da hazır bir altyapı mevcut.
* * *
Gaz açısından da Türkiye jeopolitik denklemin tam ortasında bulunuyor. Gaz tüketiminin %50'sini Rusya'dan temin eden AB, Rusya'nın gazı bir stratejik koz olarak kullanmak istemesinden kaygılı. Economist dergisinin geçen haftaki sayısında belirttiği gibi Sovyetler Birliği askeri gücünü jeopolitik güce çevirmek peşindeydi. Onun nazarında petrol ve gaz askeri masraflarını finanse eden bir kaynaktı. Bugünkü Rusya için ise petrol ve gazın kendisi bir jeopolitik manivela ve bunu fütursuzca kullanabileceğinin kanıtlarını vermekten geri kalmadı. AB bu nedenle gaz ikmal kaynaklarını çeşitlendirmek amacını güdüyor. Türkiye'yi Bulgaristan ve Romanya üzerinden Macaristan'a ve Avusturya'ya bağlayacak Nabucco projesi AB'nin desteklediği bir proje. AB proje çalışmalarını hızlandırmak için bir özel koordinatör de tayin ediyor. Ne var ki, Nabucco hattınından beklenen Rusya'ya bağımlılığı azaltmak, Azerbaycan ve Hazar havzasının, özellikle Türkmenistan'ın gazını ve belki de Ortadoğu gazını Avrupaya sevk etmek iken, Macaristan AB oydaşmasına aykırı bir tutum içine girmekten kaçınmadı. Karadeniz'den ikinci bir Mavi Akım ile daha fazla Rus gazının Avrupa'ya nakline yeşil ışık yakma eğilimine girdi. Türkiye ise AB ülkelerinin büyük çoğunluğu gibi ikinci bir Mavi Akım'a taraftar değil.
* * *
Nabucco projesine Fransa'daki Cumhurbaşkanlığı adaylarının da büyük destek verdiğini kaydetmek gerekir. Le Monde gazetesinin bu konudaki sorularına cevap veren Segolène Royal, 2025'te, bugünkü yılda 500 milyar metreküpe iláveten, Avrupa'nın 250-300 milyar metreküpe daha ihtiyaç duyacağını ve dolayısı ile yeni kaynaklar aranması gerektiğini vurguladı. Sarkozy'ye gelince, Nabucco projesinin AB enerji güvenliği için çok önemli olduğunu ve aynı zamanda Türkiye ve gaz üreticisi Hazar bölgesi ülkeleri ile işbirliğini arttırmaya yaracağını düşünüyor. Nabucco projesinin, gerçekleştiği takdirde, AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin ve üyelik sürecinin kritik bir unsurunu teşkil edeceğini söylemek abartılı olmayacaktır.
* * *
Enerji alanında bir diğer gelişme de öngörülen üç nükleer santralın gerçekleşmesi aşamasına nihayet gelinmesidir. Hukuki zeminin hazırlanmasından sonra 7-8 yıl içinde Türkiye'nin bu santrallara kavuşması enerji güvenliğimize katkıda bulunacağı gibi bölge ülkeleri ile aramızdaki nükleer teknoloji açığını kapatmaya yarayacaktır.
Ülkemizde sürekli pompalanan karamsarlık havası içinde başarılar gözden kaçmamalıdır. Türkiye'nin birkaç yıldan beri katettiği mesafeyi küçümsemek kendimize karşı haksızlık olur.

SİYASİ ve toplumsal çalkantılar içinde bulunduğumuz bir devrede, enerji alanında, Türkiye'nin yalnızca ekonomik geleceğini değil, Avrupa ile Ortadoğu'da politik ağırlığını etkileyecek gelişmeler yaşanıyor.
Ülkemizin bir enerji nakil merkezi haline gelmesini sağlayacak projelerin uygulama aşamasına gelindi. Rusya'nın, Bulgaristan ve Yunanistan ile, Karadeniz'i Ege Denizi'ne bağlayacak Burgaz-Dedeağaç petrol boru hattı üzerinde anlaşmaya varmış olmasına rağmen, Samsun-Ceyhan hattı projesi geçerliliğini korudu ve inşasına başlanıyor. Bu boru hattının kapasitesini dolduracak petrolün nereden sağlanacağı henüz tam belli değil. İki boru hattı rekabet içinde olacaklar. Ancak Samsun-Ceyhan'ın avantajları var. İnşası daha önce başlıyor ve Burgaz-Dedeağaç kadar çevre bakımından sakıncaları yok. Üstelik Ceyhan'da hazır bir altyapı mevcut.
* * *
Gaz açısından da Türkiye jeopolitik denklemin tam ortasında bulunuyor. Gaz tüketiminin %50'sini Rusya'dan temin eden AB, Rusya'nın gazı bir stratejik koz olarak kullanmak istemesinden kaygılı. Economist dergisinin geçen haftaki sayısında belirttiği gibi Sovyetler Birliği askeri gücünü jeopolitik güce çevirmek peşindeydi. Onun nazarında petrol ve gaz askeri masraflarını finanse eden bir kaynaktı. Bugünkü Rusya için ise petrol ve gazın kendisi bir jeopolitik manivela ve bunu fütursuzca kullanabileceğinin kanıtlarını vermekten geri kalmadı. AB bu nedenle gaz ikmal kaynaklarını çeşitlendirmek amacını güdüyor. Türkiye'yi Bulgaristan ve Romanya üzerinden Macaristan'a ve Avusturya'ya bağlayacak Nabucco projesi AB'nin desteklediği bir proje. AB proje çalışmalarını hızlandırmak için bir özel koordinatör de tayin ediyor. Ne var ki, Nabucco hattınından beklenen Rusya'ya bağımlılığı azaltmak, Azerbaycan ve Hazar havzasının, özellikle Türkmenistan'ın gazını ve belki de Ortadoğu gazını Avrupaya sevk etmek iken, Macaristan AB oydaşmasına aykırı bir tutum içine girmekten kaçınmadı. Karadeniz'den ikinci bir Mavi Akım ile daha fazla Rus gazının Avrupa'ya nakline yeşil ışık yakma eğilimine girdi. Türkiye ise AB ülkelerinin büyük çoğunluğu gibi ikinci bir Mavi Akım'a taraftar değil.
* * *
Nabucco projesine Fransa'daki Cumhurbaşkanlığı adaylarının da büyük destek verdiğini kaydetmek gerekir. Le Monde gazetesinin bu konudaki sorularına cevap veren Segolène Royal, 2025'te, bugünkü yılda 500 milyar metreküpe iláveten, Avrupa'nın 250-300 milyar metreküpe daha ihtiyaç duyacağını ve dolayısı ile yeni kaynaklar aranması gerektiğini vurguladı. Sarkozy'ye gelince, Nabucco projesinin AB enerji güvenliği için çok önemli olduğunu ve aynı zamanda Türkiye ve gaz üreticisi Hazar bölgesi ülkeleri ile işbirliğini arttırmaya yaracağını düşünüyor. Nabucco projesinin, gerçekleştiği takdirde, AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin ve üyelik sürecinin kritik bir unsurunu teşkil edeceğini söylemek abartılı olmayacaktır.
* * *
Enerji alanında bir diğer gelişme de öngörülen üç nükleer santralın gerçekleşmesi aşamasına nihayet gelinmesidir. Hukuki zeminin hazırlanmasından sonra 7-8 yıl içinde Türkiye'nin bu santrallara kavuşması enerji güvenliğimize katkıda bulunacağı gibi bölge ülkeleri ile aramızdaki nükleer teknoloji açığını kapatmaya yarayacaktır.
Ülkemizde sürekli pompalanan karamsarlık havası içinde başarılar gözden kaçmamalıdır. Türkiye'nin birkaç yıldan beri katettiği mesafeyi küçümsemek kendimize karşı haksızlık olur.
Şoförlük
Ege CANSEN
İyi şoförlüğün 10 altın kuralı
HER sürücü, kendini çok iyi şoför olarak görür. Çünkü; araç, direksiyon simidini çevirince yön değiştirmekte, gaza basınca hızlanmakta, frene basınca yavaşlamakta ve durmaktadır. En basit arabada bile 100 beygir gücünde motor vardır.
100 beygire birden deh (!) diyebilen bir insanın, kendini üstün görmemesi imkánsızdır. Peki o zaman her sürücü, iyi şoför müdür? Tabii değildir. Hatta tam tersine, aslında her sürücü, kötü şofördür. Çünkü kendini çok iyi gördüğü için, diğer şoförlere ders vermeye çok meraklıdır. İşine gelmeyen en küçük bir olumsuzluk karşısında, anında zıvanadan çıkar. "Madem öyle, işte böyle" deyip, (kendince) kendisine feyk atan, yolunu çalan veya yavaş hareket eden veya gereğinden fazla hızlı davranan diğer sürücülere hadlerini bildirmeye kalkar. İşte o zaman mutlaka trafik kurallarını ihlál eder ve kötü şoför olur. Bu noktadan başlamak üzere iyi şoförlüğün on kuralını sıralayalım.
1. Tepkici değil, etkici ol. Davranışlarınla, diğer sürücülere iyi örnek ol, teşekkür al. Kimsenin damarına basma. Senin damarına basılırsa, aldırma. Hiç bir zaman tedbiri elden bırakma, terbiyeli olmaktan şaşma.
2. Gör ve göster. Yoldaki diğer araçları, yayaları, hayvanları gör. Kendini onlara göster. Sürpiz yapma. Gerekiyorsa far ve korna kullan. Sürücülerin en sık yaptıkları hata, başkalarının onları farkettiğini varsaymalarıdır.
3. Büyük resmi gör. Aracını, at gözlüğü takarak sürme. Sadece kendi şeridine, yolun gittiğin yönüne bakmakla yetinme, arkana da bak. Gözünü dört aç. Kaldırımda koşuşan çocukları, yolu geçmeye çalışan koyunları ve bayır aşağı gelen inekleri, çöp konteynerinden çıkan kediyi gör.
4. Sadece aracını sür. Araç sürerken başka iş yapma. Telefonla konuşma, kaset veya disk değiştirme, yemek yeme, gazete okuma, manzara seyretme, yana veya arkaya dönüp yolcularla sohbet etme.
5. Frene erken, gaza geç bas. Sürücünün en büyük eğilimi, frene mümkün olduğu kadar geç, gaza mümkün olduğu kadar erken basmaktır. İçindeki bu doğal davranışı değiştir. Tam tersini yap. Frene erken, gaza geç bas. Kimseye arkadan çarpma.
6. Yolcunu huzursuz etme. Özellikle yanında oturan yolcu, sağ eliyle tutamağa sıkı sıkı sarılmışsa, seninle birlikte frene basıyor ve gözünü yoldan ayırmıyorsa, hele hele hafif hafif terlemeye başlamışsa, derhal yavaşla. Aracını daha sakin sür. Yolcuna seyahati zehir etme, yazıktır ona.
7. Sola açık, sağa kapalı dön. Sakın slalom yapar gibi, her viraja kapalı girme. Sonra karşında başka bir araç görürsün; sakın şaşırma.
8. Viraja girmeden iyice yavaşla, gaz vererek dön, çıkarken hızlan. Araç virajda, düz yolda davrandığı gibi davranmaz. Merkezkaç kuvveti, aracı dışa doğru savurur. Dönerken frene basarsan, arka teker ön tekeri izleyemez. Aracın hakimiyetini kaybeder, yoldan çıkarsın. Şeridinde kalarak viraj alamayan sürücüye, şoför denmez. Bunu unutma.
9. Araç seni değil, sen aracı yönet. Sürdüğün araç sana itaat etmiyorsa, hatayı araçta değil, önce kendinde ara. Derhal yavaşla. Hálá itaatsızlık devam ediyorsa, uygun bir yerde dur. Araçtan in ve lastikleri kontrol et. Lastikler tamamsa, bakıma sokmadan, aracını alıştığın tarzda sürme.
10. Şerit çizgisini bacak arasına alma; zebraları çiğneme. Yollar, adam başına bir şerit olmak üzere tasarlanmıştır. Birbuçuk şerit işgal ederek araç sürme. Trafik adaları, üstünden araç geçmesin diye zebra gibi boyanmıştır. Yazıktır, hayvanı çiğneme.
Son Söz: Şoförlüğünle sakın övünme; bırak seni başkası takdir etsin.

HER sürücü, kendini çok iyi şoför olarak görür. Çünkü; araç, direksiyon simidini çevirince yön değiştirmekte, gaza basınca hızlanmakta, frene basınca yavaşlamakta ve durmaktadır. En basit arabada bile 100 beygir gücünde motor vardır.
100 beygire birden deh (!) diyebilen bir insanın, kendini üstün görmemesi imkánsızdır. Peki o zaman her sürücü, iyi şoför müdür? Tabii değildir. Hatta tam tersine, aslında her sürücü, kötü şofördür. Çünkü kendini çok iyi gördüğü için, diğer şoförlere ders vermeye çok meraklıdır. İşine gelmeyen en küçük bir olumsuzluk karşısında, anında zıvanadan çıkar. "Madem öyle, işte böyle" deyip, (kendince) kendisine feyk atan, yolunu çalan veya yavaş hareket eden veya gereğinden fazla hızlı davranan diğer sürücülere hadlerini bildirmeye kalkar. İşte o zaman mutlaka trafik kurallarını ihlál eder ve kötü şoför olur. Bu noktadan başlamak üzere iyi şoförlüğün on kuralını sıralayalım.
1. Tepkici değil, etkici ol. Davranışlarınla, diğer sürücülere iyi örnek ol, teşekkür al. Kimsenin damarına basma. Senin damarına basılırsa, aldırma. Hiç bir zaman tedbiri elden bırakma, terbiyeli olmaktan şaşma.
2. Gör ve göster. Yoldaki diğer araçları, yayaları, hayvanları gör. Kendini onlara göster. Sürpiz yapma. Gerekiyorsa far ve korna kullan. Sürücülerin en sık yaptıkları hata, başkalarının onları farkettiğini varsaymalarıdır.
3. Büyük resmi gör. Aracını, at gözlüğü takarak sürme. Sadece kendi şeridine, yolun gittiğin yönüne bakmakla yetinme, arkana da bak. Gözünü dört aç. Kaldırımda koşuşan çocukları, yolu geçmeye çalışan koyunları ve bayır aşağı gelen inekleri, çöp konteynerinden çıkan kediyi gör.
4. Sadece aracını sür. Araç sürerken başka iş yapma. Telefonla konuşma, kaset veya disk değiştirme, yemek yeme, gazete okuma, manzara seyretme, yana veya arkaya dönüp yolcularla sohbet etme.
5. Frene erken, gaza geç bas. Sürücünün en büyük eğilimi, frene mümkün olduğu kadar geç, gaza mümkün olduğu kadar erken basmaktır. İçindeki bu doğal davranışı değiştir. Tam tersini yap. Frene erken, gaza geç bas. Kimseye arkadan çarpma.
6. Yolcunu huzursuz etme. Özellikle yanında oturan yolcu, sağ eliyle tutamağa sıkı sıkı sarılmışsa, seninle birlikte frene basıyor ve gözünü yoldan ayırmıyorsa, hele hele hafif hafif terlemeye başlamışsa, derhal yavaşla. Aracını daha sakin sür. Yolcuna seyahati zehir etme, yazıktır ona.
7. Sola açık, sağa kapalı dön. Sakın slalom yapar gibi, her viraja kapalı girme. Sonra karşında başka bir araç görürsün; sakın şaşırma.
8. Viraja girmeden iyice yavaşla, gaz vererek dön, çıkarken hızlan. Araç virajda, düz yolda davrandığı gibi davranmaz. Merkezkaç kuvveti, aracı dışa doğru savurur. Dönerken frene basarsan, arka teker ön tekeri izleyemez. Aracın hakimiyetini kaybeder, yoldan çıkarsın. Şeridinde kalarak viraj alamayan sürücüye, şoför denmez. Bunu unutma.
9. Araç seni değil, sen aracı yönet. Sürdüğün araç sana itaat etmiyorsa, hatayı araçta değil, önce kendinde ara. Derhal yavaşla. Hálá itaatsızlık devam ediyorsa, uygun bir yerde dur. Araçtan in ve lastikleri kontrol et. Lastikler tamamsa, bakıma sokmadan, aracını alıştığın tarzda sürme.
10. Şerit çizgisini bacak arasına alma; zebraları çiğneme. Yollar, adam başına bir şerit olmak üzere tasarlanmıştır. Birbuçuk şerit işgal ederek araç sürme. Trafik adaları, üstünden araç geçmesin diye zebra gibi boyanmıştır. Yazıktır, hayvanı çiğneme.
Son Söz: Şoförlüğünle sakın övünme; bırak seni başkası takdir etsin.
J Eğrisi II
Ege CANSEN
J Eğrisi-II
GEÇEN çarşamba J-Eğrisi başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazı bir bakıma onun devamı; ama aslında ayrı bir yazı. Ben, öncekini okumadan bir sonraki anlaşılmaz şekilde yazılan dizilerden sıkılırım.
Her yazının tek başına anlaşılabilir olmasını isterim. Bu yüzden gerekirse tekrardan kaçınmam. J-Eğrisi; bir sonuçla, o sonucu yaratan sebep arasındaki ilişkinin, düz bir çizgi ile gösterilemeyeceği tezine dayanmaktadır. Ancak bundan ibaret değildir. J-Eğrisi, eğer bir sebep sonuç ilişkisi, bir kısırdöngü haline gelmişse, yani eldeki iyiliği yaratan sebep, daha iyiyi elde etmeyi engelliyorsa, işlerin belli bir miktar kötüleşmesini göze almadan daha iyiye ulaşılamaz demektedir.
* * *
Önce toplum hayatından bir örnek vereceğim. Her toplumun amacı, huzurlu bir ülkede refah içinde yaşamaktır. Buna "istikrar" diyelim. Ancak öyle bir durum ortaya çıkabilir ki, istikrar için "özgürlüklerin kısıtlanması" gerekebilir. Gerçekten mal ve can emniyetinin kalmadığı, iktisadi hayatın kötüleştiği bir ülkede, bu şartları değiştirmek için iş başına gelen yeni yönetim, özgürlükleri kısıtlaması sayesinde mal ve can güvenliğine kavuşup, ekonomisini işler hale getirebilir. Kısaca istikrara kavuşur. Bu durumda iki sonuç ortaya çıkar.
1. Sağlanan istikrar, yani huzur ve refah, o toplumun ulaşabileceği düzeyin çok altında kalır. Çünkü kısıtlanan özgürlükler, girişimciliği de kısıtlar. Bireyler, yaratıcı potansiyellerini tam kullanamaz. Bireysel sorumluluk gelişmez. Üstelik özgür olmayan bir ortamda hayat da tatsız tuzsuz bir hale gelir. Baskı kalkarsa, istikrar bozulur kanaati pekişir.
2. Baskının azaltılması yani özgürlüklerin genişletilmesi için yapılan her hamleden sonra, bireyler itaatsizleşir, muhalefet hırçınlaşır. Ortam derhal istikrarsızlık sinyalleri vermeye başlar. Bu da elde edilmiş huzurun ve refahın geriye gitmesi demektir.
* * *
Böyle bir durumda, yani "kısıtlı özgürlük-düşük refah" gibi sürdürülemez bir istikrar noktasına takılmış olan bir toplum, nasıl ve hangi yoldan geçerek "geniş özgürlük-yüksek refah" noktasında kalıcı istikrara kavuşacaktır? İşte J-Eğrisi bu sorunun cevabını vermektedir. Demektedir ki; huzur ve refahın belli düşüş göstermesini göze alın; ama mutlaka özgürlükleri artırın. Çünkü, artan özgürlükler, günün sonunda huzuru ve refahı yukarı bir düzeye taşıyacaktır.
* * *
Türkiye'de enflasyonu düşürme yani istikrar, "yüksek faiz"e takılmış durumda. Resmi iktisatçılar "yüksek faiz-düşük kur" değil, "yüksek faiz-düşük enflasyon" politikası uygulandığını savunuyor. Hepimiz biliyoruz ki; kalıcı istikrarda, denge noktası "düşük faiz-düşük enflasyon"da teşekkül eder. Teorik ve amprik kanıtlar bunu doğrulamaktadır. Basit bir araştırmada görülecektir ki; düşük enflasyonla düşük faiz birbirini tamamlar. Şimdi soruyu tekrar soralım. Türk ekonomisi, bugünkü sürdürülemez "yüksek faiz-düşen enflasyon" noktasından, "düşük faiz-düşük enflasyon" dengesine hangi yoldan ulaşacaktır?
Bana göre J-Eğrisi, işte bu sorunun cevabını veriyor.
Son Söz: Aşı olmayan, hasta olur

GEÇEN çarşamba J-Eğrisi başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazı bir bakıma onun devamı; ama aslında ayrı bir yazı. Ben, öncekini okumadan bir sonraki anlaşılmaz şekilde yazılan dizilerden sıkılırım.
Her yazının tek başına anlaşılabilir olmasını isterim. Bu yüzden gerekirse tekrardan kaçınmam. J-Eğrisi; bir sonuçla, o sonucu yaratan sebep arasındaki ilişkinin, düz bir çizgi ile gösterilemeyeceği tezine dayanmaktadır. Ancak bundan ibaret değildir. J-Eğrisi, eğer bir sebep sonuç ilişkisi, bir kısırdöngü haline gelmişse, yani eldeki iyiliği yaratan sebep, daha iyiyi elde etmeyi engelliyorsa, işlerin belli bir miktar kötüleşmesini göze almadan daha iyiye ulaşılamaz demektedir.
* * *
Önce toplum hayatından bir örnek vereceğim. Her toplumun amacı, huzurlu bir ülkede refah içinde yaşamaktır. Buna "istikrar" diyelim. Ancak öyle bir durum ortaya çıkabilir ki, istikrar için "özgürlüklerin kısıtlanması" gerekebilir. Gerçekten mal ve can emniyetinin kalmadığı, iktisadi hayatın kötüleştiği bir ülkede, bu şartları değiştirmek için iş başına gelen yeni yönetim, özgürlükleri kısıtlaması sayesinde mal ve can güvenliğine kavuşup, ekonomisini işler hale getirebilir. Kısaca istikrara kavuşur. Bu durumda iki sonuç ortaya çıkar.
1. Sağlanan istikrar, yani huzur ve refah, o toplumun ulaşabileceği düzeyin çok altında kalır. Çünkü kısıtlanan özgürlükler, girişimciliği de kısıtlar. Bireyler, yaratıcı potansiyellerini tam kullanamaz. Bireysel sorumluluk gelişmez. Üstelik özgür olmayan bir ortamda hayat da tatsız tuzsuz bir hale gelir. Baskı kalkarsa, istikrar bozulur kanaati pekişir.
2. Baskının azaltılması yani özgürlüklerin genişletilmesi için yapılan her hamleden sonra, bireyler itaatsizleşir, muhalefet hırçınlaşır. Ortam derhal istikrarsızlık sinyalleri vermeye başlar. Bu da elde edilmiş huzurun ve refahın geriye gitmesi demektir.
* * *
Böyle bir durumda, yani "kısıtlı özgürlük-düşük refah" gibi sürdürülemez bir istikrar noktasına takılmış olan bir toplum, nasıl ve hangi yoldan geçerek "geniş özgürlük-yüksek refah" noktasında kalıcı istikrara kavuşacaktır? İşte J-Eğrisi bu sorunun cevabını vermektedir. Demektedir ki; huzur ve refahın belli düşüş göstermesini göze alın; ama mutlaka özgürlükleri artırın. Çünkü, artan özgürlükler, günün sonunda huzuru ve refahı yukarı bir düzeye taşıyacaktır.
* * *
Türkiye'de enflasyonu düşürme yani istikrar, "yüksek faiz"e takılmış durumda. Resmi iktisatçılar "yüksek faiz-düşük kur" değil, "yüksek faiz-düşük enflasyon" politikası uygulandığını savunuyor. Hepimiz biliyoruz ki; kalıcı istikrarda, denge noktası "düşük faiz-düşük enflasyon"da teşekkül eder. Teorik ve amprik kanıtlar bunu doğrulamaktadır. Basit bir araştırmada görülecektir ki; düşük enflasyonla düşük faiz birbirini tamamlar. Şimdi soruyu tekrar soralım. Türk ekonomisi, bugünkü sürdürülemez "yüksek faiz-düşen enflasyon" noktasından, "düşük faiz-düşük enflasyon" dengesine hangi yoldan ulaşacaktır?
Bana göre J-Eğrisi, işte bu sorunun cevabını veriyor.
Son Söz: Aşı olmayan, hasta olur
J Eğrisi
Ege CANSEN
J-Eğrisi
BUGÜN, İngilizce'de "J-Curve" denilen, Türkçe'ye "J-Eğrisi" diye tercüme edilen bir kavramdan bahsetmek istiyorum.
Bu kavramı, birden çok yazıda irdeleyeceğim. Çünkü, bu kavram hem işletme ekonomisinde hem de siyasi ve iktisadi makro meselelerin çözümünde ufuk açıyor. Ayrıca, alternatifi yok denilen "yüksek faiz-düşük kur" empasından nasıl kurtulunacağı bu kavramın içinde gizli. Ancak çözümleri "J-Eğrisi"yle modellemek çok da kolay değil.
İsterseniz önce "J-Eğrisi" kavramını yalın bir dille tanımlayım. Kavram şunu söylüyor: "Eğer sebep-sonuç ilişkisi bir kısır döngüye dönüşmüşse, bu çemberi kırmanın yolu, işlerin kötüleşmesini göze almaktan geçer." Genellikle istenmeyen bir durumdan kurtulmak için atılacak ilk adımdan sonra, hemen bir iyileşme olması beklenir. Bu iyileşme, atılacak adımın "doğruluk" testi kabul edilir. Eğer tedbir alındıktan sonra, işler kötüye giderse, akla hemen alınmış tedbirden vazgeçme fikri gelir. "Gördünüz mü, önerilen tedbiri aldık, işler kötüleşti. Demek ki alınan tedbir, doğru değilmiş" denir. Adım doğru yönde atılmış olsaydı, az da olsa durumda bir düzelme olurdu. Olmadığına göre, yapılan tavsiye yanlışmış diye bir düz mantık çıkarımı yapılır. Halbuki J-Eğrisi, bunun tam tersini söylüyor. Alınan önlem, ilk aşamada sorunun daha da ağırlaşmasına sebep olmuşsa bu, izlenen yolun yanlış değil, büyük bir ihtimalle doğru olduğunu gösterir diyor. J-Eğrisi ile benim tanışmam, uzun yıllar önce ilk şirket kurtarma operasyonlarına bulaştığımda oldu. Bugün geldiğim noktada, fásit bir dairede kilitlenmiş bir çok siyasi ve iktisadi meselenin çözümünün J-Eğrisi ile modellenebileceğini düşünüyorum.
* * *
Bu soyut açıklamalardan sonra örnek vermeye işletme ekonomisinden başlayalım. Şirket yönetimin iki hedefi vardır. Birincisi kárlılık, ikincisi büyümedir. Her şirket tepe yöneticisi (bu yönetici, genellikle sermaye sahibinin kendisidir) masasına oturduğunda, bu iki amaca nasıl varabileceğini düşünür. İşin ilginç yanı bu iki amaç, hem birbirini tamamlar, hem de birbirinin zıttıdır.
1. Kısa vadede kárı elde edemeyenin, uzun vadede büyük bir firma olmaya ömrü vefa etmez.
2. Kısa vadede kárı gören, eğer büyüyemezse, kárlılığını uzun vadede sürdüremez.
Bu cebirsel ilişki, çoğu zaman firmaların, saldırgan bir büyüme stratejisi uygulaması sonucunu doğurur. Çünkü karar alıcıların (patronların) hem egoları hormonludur, yani hep büyük iş yapmak ister, hem de değer artışına oynamayı sevdikleri için, sabit yatırım yapmaya bayılırlar. Oysa, hızlı büyüyen firmanın, sabit giderleri daha da hızlı artar. Başabaş noktası yukarı gider, yüksek satış adetleri tutturulmazsa firmanın zarar edeceği anlaşılır. Yüksek hacımda satış yapmak, fiyat kırmayı, vade açmayı zorunlu kılar. Bu da brüt marjı küçültür, borçlanmayı arttırır. Firma, eskisine göre daha fazla satış yapmasına rağmen, yine de zarar etmekten kurtulamaz. İşte bu gibi "yüksek fiyattan az satsan da zarar, düşük fiyattan çok satsan da zarar" gibi açmaz durumlarda J-Eğrisi modeline geçilir. Yáni, derhal kára geçecek bir yol aranmaz ( zaten böyle bir yol yoktur) "önce zararın artacağı, ama sonunda kárın oluşacağı" bir yapılanmaya gidilir. Buna da "küçülerek, büyümek" denir. İzlenen yolun eksen sisteminde grafik çizimi, J harfine benzer. (Devamı var)
Son Söz: Alternatifi yok, kötüye razı ol demektir.

BUGÜN, İngilizce'de "J-Curve" denilen, Türkçe'ye "J-Eğrisi" diye tercüme edilen bir kavramdan bahsetmek istiyorum.
Bu kavramı, birden çok yazıda irdeleyeceğim. Çünkü, bu kavram hem işletme ekonomisinde hem de siyasi ve iktisadi makro meselelerin çözümünde ufuk açıyor. Ayrıca, alternatifi yok denilen "yüksek faiz-düşük kur" empasından nasıl kurtulunacağı bu kavramın içinde gizli. Ancak çözümleri "J-Eğrisi"yle modellemek çok da kolay değil.
İsterseniz önce "J-Eğrisi" kavramını yalın bir dille tanımlayım. Kavram şunu söylüyor: "Eğer sebep-sonuç ilişkisi bir kısır döngüye dönüşmüşse, bu çemberi kırmanın yolu, işlerin kötüleşmesini göze almaktan geçer." Genellikle istenmeyen bir durumdan kurtulmak için atılacak ilk adımdan sonra, hemen bir iyileşme olması beklenir. Bu iyileşme, atılacak adımın "doğruluk" testi kabul edilir. Eğer tedbir alındıktan sonra, işler kötüye giderse, akla hemen alınmış tedbirden vazgeçme fikri gelir. "Gördünüz mü, önerilen tedbiri aldık, işler kötüleşti. Demek ki alınan tedbir, doğru değilmiş" denir. Adım doğru yönde atılmış olsaydı, az da olsa durumda bir düzelme olurdu. Olmadığına göre, yapılan tavsiye yanlışmış diye bir düz mantık çıkarımı yapılır. Halbuki J-Eğrisi, bunun tam tersini söylüyor. Alınan önlem, ilk aşamada sorunun daha da ağırlaşmasına sebep olmuşsa bu, izlenen yolun yanlış değil, büyük bir ihtimalle doğru olduğunu gösterir diyor. J-Eğrisi ile benim tanışmam, uzun yıllar önce ilk şirket kurtarma operasyonlarına bulaştığımda oldu. Bugün geldiğim noktada, fásit bir dairede kilitlenmiş bir çok siyasi ve iktisadi meselenin çözümünün J-Eğrisi ile modellenebileceğini düşünüyorum.
* * *
Bu soyut açıklamalardan sonra örnek vermeye işletme ekonomisinden başlayalım. Şirket yönetimin iki hedefi vardır. Birincisi kárlılık, ikincisi büyümedir. Her şirket tepe yöneticisi (bu yönetici, genellikle sermaye sahibinin kendisidir) masasına oturduğunda, bu iki amaca nasıl varabileceğini düşünür. İşin ilginç yanı bu iki amaç, hem birbirini tamamlar, hem de birbirinin zıttıdır.
1. Kısa vadede kárı elde edemeyenin, uzun vadede büyük bir firma olmaya ömrü vefa etmez.
2. Kısa vadede kárı gören, eğer büyüyemezse, kárlılığını uzun vadede sürdüremez.
Bu cebirsel ilişki, çoğu zaman firmaların, saldırgan bir büyüme stratejisi uygulaması sonucunu doğurur. Çünkü karar alıcıların (patronların) hem egoları hormonludur, yani hep büyük iş yapmak ister, hem de değer artışına oynamayı sevdikleri için, sabit yatırım yapmaya bayılırlar. Oysa, hızlı büyüyen firmanın, sabit giderleri daha da hızlı artar. Başabaş noktası yukarı gider, yüksek satış adetleri tutturulmazsa firmanın zarar edeceği anlaşılır. Yüksek hacımda satış yapmak, fiyat kırmayı, vade açmayı zorunlu kılar. Bu da brüt marjı küçültür, borçlanmayı arttırır. Firma, eskisine göre daha fazla satış yapmasına rağmen, yine de zarar etmekten kurtulamaz. İşte bu gibi "yüksek fiyattan az satsan da zarar, düşük fiyattan çok satsan da zarar" gibi açmaz durumlarda J-Eğrisi modeline geçilir. Yáni, derhal kára geçecek bir yol aranmaz ( zaten böyle bir yol yoktur) "önce zararın artacağı, ama sonunda kárın oluşacağı" bir yapılanmaya gidilir. Buna da "küçülerek, büyümek" denir. İzlenen yolun eksen sisteminde grafik çizimi, J harfine benzer. (Devamı var)
Son Söz: Alternatifi yok, kötüye razı ol demektir.
Çevre
Ege CANSEN
Çevreyi korumanın iktisadiyatı
BİRÇOK kereler anlattığım bir hatıramı tekrar ederek konuya girmek istiyorum.
Ben, iktisatla, kesat sözcüğü arasında bir anlam bağı var zannederdim. Malûm iktisat, kıt kaynakları sonsuz ihtiyaçlar arasında bölüştürme sanatı diye de tanımlanır. Eh, kesat da 'kıt'ı çağrıştırıyor. Öyleyse bu tahminim doğrudur diyordum. Ta ki; Profesör Memduh Yaşa, bana iktisadın, "kast(d)" kökünden gelen "maksat"tan türediğini öğretene kadar. Gerçekten iktisat, insan davranışlarını incelemiş ve sonunda "insan iktisadi bir canlıdır" (homo ekonomikus) hükmüne varmıştır.
* * *
İnsanlığın karşısında küresel ısınma diye devasa ve yaşamsal bir sorun duruyor. Küresel ısınma, geleceğe değil, günümüze ait bir mesele. Doğa, muhtemelen küresel ısınma sorununu kendi kendine çözecektir. Ama bunu, ne pahasına ve ne zaman yapacaktır? Kendiliğinden gerçekleşecek çözüm, çağımız insanı için çok geç olabilir. İnsanlık, iktisadi davranmak adına, doğal dengeyi kendi eliyle bozmaya (mümkün mertebe) son vermelidir. Çünkü bu tarz bir iktisadi davranış, bizatihi yaşamla çelişmektedir. İktisat diye yola çıkıp, hayatı gayri iktisadi bir noktaya götürmek hata olur. Bugünkü bilgilere göre, küresel ısınmanın insan eliyle yaratılan sebebi, fosil yakıtlardan enerji üretilirken, atmosfere yayılan parçacıklardır. Bu parçacıklar havada asılı kalmakta ve dünya üstünde bir örtü oluşturmaktadır. Bu da dünya, güneşten aynı miktarda ısı enerjisi gelmesine rağmen sıcaklığını arttırmaktadır. İnsanlar etrafı kirletmek için değil, daha yüksek bir hayat düzeyi için yakıt tüketmektedir. Ancak bu tüketim, hayatın kalitesini düşürmeye başlamıştır. Yani iktisat, maksadı ıskalamaktadır.
* * *
Çözüm yine iktisattadır. Havayı (çevreyi) kirletmek o kadar pahalı hale getirilmelidir ki, kirletmemek daha kárlı hale gelsin. Yani iktisadi bir canlı olan insan, iktisadi davranacak ve o bedeli ödememek için, çevre kirletmekten vazgeçecektir. Formül şudur: Eğer bugün kullanılan üretim süreçleri, çevreyi kirletiyorsa, bu kirletmenin bir bedeli olmalıdır. Bu bedel de, çevreyi kirleterek üretim yapmanın sağladığı tasarruftan fazla olmalıdır. Hava kirlenmesi, ancak böyle azalır. Yıllardan beri tavsiye edilen sistem şudur: Sera gazı çıkaran her araç, her konut, her iş yeri ve her üretim tesisi için bir kötü gaz salma kotası konmalıdır. Kotasını aşanlardan "kirletme vergisi" alınmalıdır. Tahsil edilen vergilerin bir kısmı, kotası altında kalanlara "teşvik primi" olarak ödenmeli, kalanı da, kötü gaz salınışını azaltacak veya temiz enerji üretecek yatırımlara ucuz kredi olarak verilmelidir. En az bu makro düzenlemeler kadar, bireylerin "çevreyi korumaya yönelik" davranışları da önemlidir. Damlaya, damlaya göl olur misali, küçük enerji tasarrufları toplanınca, ortaya büyük sonuçlar çıkar. Ancak, helá rezervuarının içine su dolu bir pet şişe koymak zırvadır. Öncelikle bu şişe, mekanizmanın çalışmasına engel olur ve sistem su kaçırır. Kaldı ki, her rezervuarın içindeki su seviyesi ayarlanabilir. Ama mühendislik çalışmaları yapılarak, kullanılan su miktarı düşürülebilir.
Son Söz: İktisadın yarattığı sakıncaların izalesi, yine iktisattadır

BİRÇOK kereler anlattığım bir hatıramı tekrar ederek konuya girmek istiyorum.
Ben, iktisatla, kesat sözcüğü arasında bir anlam bağı var zannederdim. Malûm iktisat, kıt kaynakları sonsuz ihtiyaçlar arasında bölüştürme sanatı diye de tanımlanır. Eh, kesat da 'kıt'ı çağrıştırıyor. Öyleyse bu tahminim doğrudur diyordum. Ta ki; Profesör Memduh Yaşa, bana iktisadın, "kast(d)" kökünden gelen "maksat"tan türediğini öğretene kadar. Gerçekten iktisat, insan davranışlarını incelemiş ve sonunda "insan iktisadi bir canlıdır" (homo ekonomikus) hükmüne varmıştır.
* * *
İnsanlığın karşısında küresel ısınma diye devasa ve yaşamsal bir sorun duruyor. Küresel ısınma, geleceğe değil, günümüze ait bir mesele. Doğa, muhtemelen küresel ısınma sorununu kendi kendine çözecektir. Ama bunu, ne pahasına ve ne zaman yapacaktır? Kendiliğinden gerçekleşecek çözüm, çağımız insanı için çok geç olabilir. İnsanlık, iktisadi davranmak adına, doğal dengeyi kendi eliyle bozmaya (mümkün mertebe) son vermelidir. Çünkü bu tarz bir iktisadi davranış, bizatihi yaşamla çelişmektedir. İktisat diye yola çıkıp, hayatı gayri iktisadi bir noktaya götürmek hata olur. Bugünkü bilgilere göre, küresel ısınmanın insan eliyle yaratılan sebebi, fosil yakıtlardan enerji üretilirken, atmosfere yayılan parçacıklardır. Bu parçacıklar havada asılı kalmakta ve dünya üstünde bir örtü oluşturmaktadır. Bu da dünya, güneşten aynı miktarda ısı enerjisi gelmesine rağmen sıcaklığını arttırmaktadır. İnsanlar etrafı kirletmek için değil, daha yüksek bir hayat düzeyi için yakıt tüketmektedir. Ancak bu tüketim, hayatın kalitesini düşürmeye başlamıştır. Yani iktisat, maksadı ıskalamaktadır.
* * *
Çözüm yine iktisattadır. Havayı (çevreyi) kirletmek o kadar pahalı hale getirilmelidir ki, kirletmemek daha kárlı hale gelsin. Yani iktisadi bir canlı olan insan, iktisadi davranacak ve o bedeli ödememek için, çevre kirletmekten vazgeçecektir. Formül şudur: Eğer bugün kullanılan üretim süreçleri, çevreyi kirletiyorsa, bu kirletmenin bir bedeli olmalıdır. Bu bedel de, çevreyi kirleterek üretim yapmanın sağladığı tasarruftan fazla olmalıdır. Hava kirlenmesi, ancak böyle azalır. Yıllardan beri tavsiye edilen sistem şudur: Sera gazı çıkaran her araç, her konut, her iş yeri ve her üretim tesisi için bir kötü gaz salma kotası konmalıdır. Kotasını aşanlardan "kirletme vergisi" alınmalıdır. Tahsil edilen vergilerin bir kısmı, kotası altında kalanlara "teşvik primi" olarak ödenmeli, kalanı da, kötü gaz salınışını azaltacak veya temiz enerji üretecek yatırımlara ucuz kredi olarak verilmelidir. En az bu makro düzenlemeler kadar, bireylerin "çevreyi korumaya yönelik" davranışları da önemlidir. Damlaya, damlaya göl olur misali, küçük enerji tasarrufları toplanınca, ortaya büyük sonuçlar çıkar. Ancak, helá rezervuarının içine su dolu bir pet şişe koymak zırvadır. Öncelikle bu şişe, mekanizmanın çalışmasına engel olur ve sistem su kaçırır. Kaldı ki, her rezervuarın içindeki su seviyesi ayarlanabilir. Ama mühendislik çalışmaları yapılarak, kullanılan su miktarı düşürülebilir.
Son Söz: İktisadın yarattığı sakıncaların izalesi, yine iktisattadır
Teori
Ege CANSEN
Kahvehane tepsisi teorisi
BU yıl borsa rüzgarları erken esti. Pek tabii kış bu kadar yumuşak geçer, erik ağaçları şubat ayında çiçek açmaya başlarsa, para piyasalarında mayıs- haziranda beklenen dalgalanma da mart ayında başlar.
Kışın sıcak geçmesiyle borsaların dalgalanması arasında bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Ama dünyada, ilgisiz gibi gözüken uzak olayların birbirini (çok zayıf ihtimalle dahi olsa) etkilediği bir vakıa. Ben de borsalarda cereyan eden beklenmedik hareketlere, her seferinde birbirinden ilginç açıklamalar bulan TV'lerin "indi-çıktı" yorumcularına özendim. Aklıma bu sıcak kış bahanesi geldi.
* * *
Size önce, yavaş yavaş sağlığına kavuşmakta olan değerli arkadaşım İbrahim Kavrakoğlu'nun, küreselleşmenin borsa hareketlerine olan etkisiyle ilgili "kahvevehane tepsisi" teorisini anlatmak istiyorum. İbrahim Hoca, akademik kariyeri itibarıyla makine mühendisliği profesörüdür. Boğaziçi Üniversitesi'nde Endüstri Mühendisliği bölümü başkanlığını Erkut Yucaoğlu'ndan devraldıktan sonra, yönetim bilimlerine kaydı. Yönetim bilimlerinden sonra iktisada ilgi duymaya başladı. Hatta iktisat kitabı bile yazdı. İbrahim Hoca'nın teorisi şu. Üstten askılı bir kavehane tepsisine, içi çay dolu kırk bardak koyun. Taşınırken dökülmesin diye de çayı, bardağa koyarken, yarım santim kadar bir dudak payı bırakın. Garson, bu tepsiyi üçlü sapının üstündeki halkaya parmağını geçirip kaldırsın. Sonra tepsiyi sağa sola sallayarak, masalar arasında gezinip müşterilerine çaylarını dağıtsın. Görülecektir ki, bardaklardan tepsiye hiç çay dökülmeyecektir. Aynı kahvehane tepsisi, kenarları çepeçevre üç santim yukarı doğru kıvrılıp, derin tepsi haline getirilsin. Sonra bu derin tepsinin içine kırk bardak çay boca edilsin. Tepsinin içindeki çayın yüksekliği de tepsinin üst kenarının yarım santim altında kalsın. Garson, her zaman yaptığı gibi, parmağına taktığı tepsiyi sallayarak masaların arasında yürüsün. Görülecektir ki, çayın çoğu tepsinin dışına dökülecektir.
* * *
En akışkan üretim faktörü, paradır. Para, küreselleşme sayesinde hiçbir ulusal sınıra takılmadan yer değiştirebilme serbestliğine kavuştuğu için, mali piyasalardaki oynamaların dalga büyüklüğü artmaktadır. Pek tabii, kazanç ve kayıplar da artmaktadır. Demek ki küreselleşme, para hareketlerine duyarlı piyasalarda, akışkanlar dinamiği icabı daha hızlı ve daha büyük iniş çıkışlara yol açmaktadır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur. Bir akışkanın, içinde bulunduğu kap sallandığında, sıvının dışarıya dökülmemesi için bırakılması gereken taşma payı (bardaktaki dudak payı) kabın çapı ile doğru orantılı olarak artırılmalıdır. Bu fizik kuralın iktisattaki izdüşümünün anlamı şudur: Sermaye hareketlerinde ulusal sınırlar ortadan kalktıkça, risklerin yaratacağı hasarlardan kaçınmak için bırakılması gereken emniyet payı, yani "spread" artmalıdır.
* * *
Küreselleşme ile birlikte gelen risklerin büyüklüğü, zaman zaman "küresel hareketlerin kısıtlanması" tezlerinin ortaya atılmasına sebep olmaktadır. Yani önce çayları bardaklara koyalım, içi çay dolu bu bardakları sonra tepsiye yarleştirelim denmektedir. Böylece hem daha küçük dudak payı (spread) bırakır, hem de garson çayı dökmeden tepsiyi sallayarak masalar arasında dolaşabilir. Tabii, bunun maliyeti de, aynı işi daha fazla yatırımla yapmak olur.
Son Söz: Riskin primini seven, hasarına katlanır.

BU yıl borsa rüzgarları erken esti. Pek tabii kış bu kadar yumuşak geçer, erik ağaçları şubat ayında çiçek açmaya başlarsa, para piyasalarında mayıs- haziranda beklenen dalgalanma da mart ayında başlar.
Kışın sıcak geçmesiyle borsaların dalgalanması arasında bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Ama dünyada, ilgisiz gibi gözüken uzak olayların birbirini (çok zayıf ihtimalle dahi olsa) etkilediği bir vakıa. Ben de borsalarda cereyan eden beklenmedik hareketlere, her seferinde birbirinden ilginç açıklamalar bulan TV'lerin "indi-çıktı" yorumcularına özendim. Aklıma bu sıcak kış bahanesi geldi.
* * *
Size önce, yavaş yavaş sağlığına kavuşmakta olan değerli arkadaşım İbrahim Kavrakoğlu'nun, küreselleşmenin borsa hareketlerine olan etkisiyle ilgili "kahvevehane tepsisi" teorisini anlatmak istiyorum. İbrahim Hoca, akademik kariyeri itibarıyla makine mühendisliği profesörüdür. Boğaziçi Üniversitesi'nde Endüstri Mühendisliği bölümü başkanlığını Erkut Yucaoğlu'ndan devraldıktan sonra, yönetim bilimlerine kaydı. Yönetim bilimlerinden sonra iktisada ilgi duymaya başladı. Hatta iktisat kitabı bile yazdı. İbrahim Hoca'nın teorisi şu. Üstten askılı bir kavehane tepsisine, içi çay dolu kırk bardak koyun. Taşınırken dökülmesin diye de çayı, bardağa koyarken, yarım santim kadar bir dudak payı bırakın. Garson, bu tepsiyi üçlü sapının üstündeki halkaya parmağını geçirip kaldırsın. Sonra tepsiyi sağa sola sallayarak, masalar arasında gezinip müşterilerine çaylarını dağıtsın. Görülecektir ki, bardaklardan tepsiye hiç çay dökülmeyecektir. Aynı kahvehane tepsisi, kenarları çepeçevre üç santim yukarı doğru kıvrılıp, derin tepsi haline getirilsin. Sonra bu derin tepsinin içine kırk bardak çay boca edilsin. Tepsinin içindeki çayın yüksekliği de tepsinin üst kenarının yarım santim altında kalsın. Garson, her zaman yaptığı gibi, parmağına taktığı tepsiyi sallayarak masaların arasında yürüsün. Görülecektir ki, çayın çoğu tepsinin dışına dökülecektir.
* * *
En akışkan üretim faktörü, paradır. Para, küreselleşme sayesinde hiçbir ulusal sınıra takılmadan yer değiştirebilme serbestliğine kavuştuğu için, mali piyasalardaki oynamaların dalga büyüklüğü artmaktadır. Pek tabii, kazanç ve kayıplar da artmaktadır. Demek ki küreselleşme, para hareketlerine duyarlı piyasalarda, akışkanlar dinamiği icabı daha hızlı ve daha büyük iniş çıkışlara yol açmaktadır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur. Bir akışkanın, içinde bulunduğu kap sallandığında, sıvının dışarıya dökülmemesi için bırakılması gereken taşma payı (bardaktaki dudak payı) kabın çapı ile doğru orantılı olarak artırılmalıdır. Bu fizik kuralın iktisattaki izdüşümünün anlamı şudur: Sermaye hareketlerinde ulusal sınırlar ortadan kalktıkça, risklerin yaratacağı hasarlardan kaçınmak için bırakılması gereken emniyet payı, yani "spread" artmalıdır.
* * *
Küreselleşme ile birlikte gelen risklerin büyüklüğü, zaman zaman "küresel hareketlerin kısıtlanması" tezlerinin ortaya atılmasına sebep olmaktadır. Yani önce çayları bardaklara koyalım, içi çay dolu bu bardakları sonra tepsiye yarleştirelim denmektedir. Böylece hem daha küçük dudak payı (spread) bırakır, hem de garson çayı dökmeden tepsiyi sallayarak masalar arasında dolaşabilir. Tabii, bunun maliyeti de, aynı işi daha fazla yatırımla yapmak olur.
Son Söz: Riskin primini seven, hasarına katlanır.
Zenginleşiyormuyuz
Ege CANSEN
Siz eşeğe inanın
HİKAYE malûm; komşusu, Nasrettin Hoca'nın kapısını çalmış ve "Hocam, kasabaya kadar gidip geleceğim. Benim eşek hasta; şu senin eşeği bana bir süre için verebilir misin" diye ricada bulunmuş.
Hoca, eşeğini vermek istememiş. Bahane olarak da "eşek burada değil" demiş. Tam o sırada ahırda bulunan eşek anırmasın mı? Komşu bozulmuş. "Hocam, eşek burada değil diyorsun; ama içeriden eşeğin sesi geliyor, bu nasıl iş" diye serzenişte bulunmuş. Hoca suçüstü yakalananların pişkinliğiyle "Ayıp yahu, koskoca hocanın sözüne inanmıyorsun da, eşeğin dediğine mi inanıyorsun? Haydi, git işine" deyip adamı başından savmış.
* * *
Resmi rakamlara göre, son 5 yılda milli gelirimiz sabit fiyatlarla yüzde 50'den fazla artmış. Aynı dönemde, yani son 5 yılda, fiyat artışları ise yüzde 100. Demek ki, milli gelir bugünkü fiyatlarla 5 yıl öncesinin 3 katı olmuş. Bunu duyan vatandaş, mademki milli gelir bu kadar artmış, ben de bu milletin bir ferdi olduğuma göre, benim gelirimin de son 5 yılda 3 kat artmış olması gerekir diye düşünmektedir. Hálbuki birçok kimsenin geliri, son 5 yılda 3 kat artmış değil. Onun için iktisadın Nasrettin Hocaları "durumumuz çok iyidir, gelir üç kat artmıştır" dedikçe vatandaş bozulmaktadır. Ahırdan eşeğin anırmasını duydukça, yani kendi gelirinde artış olmadığını düşündükçe, boşluğa düşmektedir. Nasrettin Hocalar da "bizim gibi hocalara inanmıyorsun da, eşeğe (kendi duyduğuna ve gördüğüne) mi inanıyorsun" diye vatandaşa fırça atmaktalar. Fırçayı yiyen vatandaş, kızmakta, gerçeklerin kendisinden gizlendiğini düşünmektedir. Her halükarda ortada izaha muhtaç bir durum vardır. Açıklamaya çalışayım.
1. Milli gelir, tüketim ve yatırım harcamaları toplamıdır. Bu toplam, 5 yılda sabit fiyatlarla yüzde 53 artmıştır. Ancak bu artışa, özel yatırımların katkısı yüzde 30 dolayındadır. Buradan, tüketimin kabaca yüzde 23 arttığı sonucu çıkartılabilir.
2. Son 5 yılda nüfusumuz, yılda ortalama yüzde 1.3 hızıyla artmış olsa, toplamda yüzde 8 artmış demektir. 5 yılda yüzde 23 artan tüketimden, nüfus artışının etkisi çıkartılırsa, kişilerin tüketim harcamalarının bu dönemde yüzde 14 arttığı sonucuna varılır. Cari fiyatlarla bu artış yüzde 28 eder. Bunun yıllığı ise yüzde 3.5'tir.
3. Uzun láfın kısası, ayda 1000 YTL'lik tüketim harcaması yapan bir ailenin, bu harcamaları yılda 35 YTL artmıştır. Buna fiyat artışları da dáhildir. Bu kadarcık bir tüketim artışı da insanları kesmemektedir. Hikáye bundan ibarettir.
Son Söz: Beklenti yükseldikçe, tatmin azalır.

HİKAYE malûm; komşusu, Nasrettin Hoca'nın kapısını çalmış ve "Hocam, kasabaya kadar gidip geleceğim. Benim eşek hasta; şu senin eşeği bana bir süre için verebilir misin" diye ricada bulunmuş.
Hoca, eşeğini vermek istememiş. Bahane olarak da "eşek burada değil" demiş. Tam o sırada ahırda bulunan eşek anırmasın mı? Komşu bozulmuş. "Hocam, eşek burada değil diyorsun; ama içeriden eşeğin sesi geliyor, bu nasıl iş" diye serzenişte bulunmuş. Hoca suçüstü yakalananların pişkinliğiyle "Ayıp yahu, koskoca hocanın sözüne inanmıyorsun da, eşeğin dediğine mi inanıyorsun? Haydi, git işine" deyip adamı başından savmış.
* * *
Resmi rakamlara göre, son 5 yılda milli gelirimiz sabit fiyatlarla yüzde 50'den fazla artmış. Aynı dönemde, yani son 5 yılda, fiyat artışları ise yüzde 100. Demek ki, milli gelir bugünkü fiyatlarla 5 yıl öncesinin 3 katı olmuş. Bunu duyan vatandaş, mademki milli gelir bu kadar artmış, ben de bu milletin bir ferdi olduğuma göre, benim gelirimin de son 5 yılda 3 kat artmış olması gerekir diye düşünmektedir. Hálbuki birçok kimsenin geliri, son 5 yılda 3 kat artmış değil. Onun için iktisadın Nasrettin Hocaları "durumumuz çok iyidir, gelir üç kat artmıştır" dedikçe vatandaş bozulmaktadır. Ahırdan eşeğin anırmasını duydukça, yani kendi gelirinde artış olmadığını düşündükçe, boşluğa düşmektedir. Nasrettin Hocalar da "bizim gibi hocalara inanmıyorsun da, eşeğe (kendi duyduğuna ve gördüğüne) mi inanıyorsun" diye vatandaşa fırça atmaktalar. Fırçayı yiyen vatandaş, kızmakta, gerçeklerin kendisinden gizlendiğini düşünmektedir. Her halükarda ortada izaha muhtaç bir durum vardır. Açıklamaya çalışayım.
1. Milli gelir, tüketim ve yatırım harcamaları toplamıdır. Bu toplam, 5 yılda sabit fiyatlarla yüzde 53 artmıştır. Ancak bu artışa, özel yatırımların katkısı yüzde 30 dolayındadır. Buradan, tüketimin kabaca yüzde 23 arttığı sonucu çıkartılabilir.
2. Son 5 yılda nüfusumuz, yılda ortalama yüzde 1.3 hızıyla artmış olsa, toplamda yüzde 8 artmış demektir. 5 yılda yüzde 23 artan tüketimden, nüfus artışının etkisi çıkartılırsa, kişilerin tüketim harcamalarının bu dönemde yüzde 14 arttığı sonucuna varılır. Cari fiyatlarla bu artış yüzde 28 eder. Bunun yıllığı ise yüzde 3.5'tir.
3. Uzun láfın kısası, ayda 1000 YTL'lik tüketim harcaması yapan bir ailenin, bu harcamaları yılda 35 YTL artmıştır. Buna fiyat artışları da dáhildir. Bu kadarcık bir tüketim artışı da insanları kesmemektedir. Hikáye bundan ibarettir.
Son Söz: Beklenti yükseldikçe, tatmin azalır.
Özelleştirme
Ege CANSEN
İltizam ihalesi
AKP hükümeti, işbaşı yaptığı ilk günlerde, orman vasfını kaybetmiş devlet arazilerini şahıslara satarak, 25 milyar dolar para toplamayı planlamıştı.
O günden bu güne kadar enflasyon % 100 olmuş. Ayrıca Türk Lirası, Dolar karşısında nominal olarak % 20 değerlenmiş. Kabaca o günün 25 milyar doları, bugünün 60 milyar dolarına tekabül eder. Yukarıdaki hesabı, sadece konuya giriş olarak koydum. Sayılar çok önemli değil. Burada önemli olan, AKP hükümetinin daha o günden, yabacı veya yerli yatırımcılara varlık satarak, kaynak yaratmayı maliye politikası olarak benimsediğinin anlaşılmasıdır. Nitekim o gün bugündür, özelleşme adı altında pek çok işlem yapıldı. Bunların bir kısmı gerçekten özelleştirmeydi. Bir kısmı düpedüz arsa veya bina (varlık) satmaktı. Bir kısmı ise varlık satmaktan veya özelleştirmeden ziyade, Osmanlı döneminde, devlete peşin kaynak yaratmak ve vergi toplama külfetinden kurtulmak için kullanılan ve "vergi tahsilatını" şahıslara bırakan "iltizam" ihalelerine çok benzemektedir. Ama hepsine özelleştirme denmektedir. Bu yanlıştır.
* * *
Geçen hafta Antalya Hava Limanı'nın 17 yıllık işletme hakkı, 3,2 milyar dolara yabancı bir gruba verildi. Gerçi ihale henüz onaylanmadı. Ama bu iş öyle veya böyle bitecek. Şimdi soru şu. İhalesi yapılan nedir? Bu bir özelleştirme mi, yoksa bir iltizam ihalesi midir? Ya da ikisinin bir karması mıdır? Bu ihalenin niteliğinin doğru anlaşılması çok önemlidir. Açıklayayım.
* * *
Yerli veya yabancı bir girişimci, böyle bir işe teklif verirken, yıllar boyunca elde edeceği gelirin, şimdiki değerinin, yatırdığı paradan yüksek olacağından emin olmak ister. Pek tabii bunun için ileriye dönük bir gelir-gider hesabı yapar. Bu ihalede en önemli gelir kalemi, hava limanından geçecek her bir yolcudan kaç para alınacağıdır. Antalya'da on tane birbirine rakip hava limanı olmadığı için, ihalesi yapılan işletme hakkı, bir "tekel"dir. Bu tekel devlet tarafından tesis edilmiştir ve devlet tarafından korunacaktır. Yolculardan alınacak ayakbastı parasının büyük kısmı, tekelci işletmecinin sunacağı hizmetin bedeli değil, "havaalanı vergisi"dir. Vergi toplamak da devlete ait bir hak, daha doğrusu bir imtiyazdır. Devlet, bu hakkını üçüncü bir şahsa devrediyorsa, bu devire özelleştirme değil "iltizam" denir. Bu durumda ihaleyi kazanan firmanın fiyatını belirleyen husus, bir yandan havaalanını kullanacak yolcunun muhtemel sayısı, diğer yandan devletin bu firmaya tahsil etme hakkını devrettiği birim verginin tutarıdır. Nitekim ihalede ihtilaf da buradan çıkmıştır. Bu ihaleyle, devlet gelecek yıllarda toplayacağı vergilerden, peşin olarak alacağı toplu bir para karşılığında vazgeçmektedir. Bu, aslında kamu borcu yaratmaktır. Çünkü devlet tahvil çıkarıp, bunu yatırımcılara sattığında, önce eline toplu bir para geçmekte, buna mukabil ileriye dönük bir ödeme mükellefiyeti altına girmektedir. Vergiyi toplayıp borç ödemekle, toplu peşin para karşılığı toplayacağı vergiden vazgeçmek aynı kapıya çıkar. Hangisi daha iyidir, bilmiyorum. İkisi de olabilir. Yeter ki hesabı doğru yapılsın.
Son Söz: Borç ödemek için borç alınırsa, borcun toplamı değişmez.

AKP hükümeti, işbaşı yaptığı ilk günlerde, orman vasfını kaybetmiş devlet arazilerini şahıslara satarak, 25 milyar dolar para toplamayı planlamıştı.
O günden bu güne kadar enflasyon % 100 olmuş. Ayrıca Türk Lirası, Dolar karşısında nominal olarak % 20 değerlenmiş. Kabaca o günün 25 milyar doları, bugünün 60 milyar dolarına tekabül eder. Yukarıdaki hesabı, sadece konuya giriş olarak koydum. Sayılar çok önemli değil. Burada önemli olan, AKP hükümetinin daha o günden, yabacı veya yerli yatırımcılara varlık satarak, kaynak yaratmayı maliye politikası olarak benimsediğinin anlaşılmasıdır. Nitekim o gün bugündür, özelleşme adı altında pek çok işlem yapıldı. Bunların bir kısmı gerçekten özelleştirmeydi. Bir kısmı düpedüz arsa veya bina (varlık) satmaktı. Bir kısmı ise varlık satmaktan veya özelleştirmeden ziyade, Osmanlı döneminde, devlete peşin kaynak yaratmak ve vergi toplama külfetinden kurtulmak için kullanılan ve "vergi tahsilatını" şahıslara bırakan "iltizam" ihalelerine çok benzemektedir. Ama hepsine özelleştirme denmektedir. Bu yanlıştır.
* * *
Geçen hafta Antalya Hava Limanı'nın 17 yıllık işletme hakkı, 3,2 milyar dolara yabancı bir gruba verildi. Gerçi ihale henüz onaylanmadı. Ama bu iş öyle veya böyle bitecek. Şimdi soru şu. İhalesi yapılan nedir? Bu bir özelleştirme mi, yoksa bir iltizam ihalesi midir? Ya da ikisinin bir karması mıdır? Bu ihalenin niteliğinin doğru anlaşılması çok önemlidir. Açıklayayım.
* * *
Yerli veya yabancı bir girişimci, böyle bir işe teklif verirken, yıllar boyunca elde edeceği gelirin, şimdiki değerinin, yatırdığı paradan yüksek olacağından emin olmak ister. Pek tabii bunun için ileriye dönük bir gelir-gider hesabı yapar. Bu ihalede en önemli gelir kalemi, hava limanından geçecek her bir yolcudan kaç para alınacağıdır. Antalya'da on tane birbirine rakip hava limanı olmadığı için, ihalesi yapılan işletme hakkı, bir "tekel"dir. Bu tekel devlet tarafından tesis edilmiştir ve devlet tarafından korunacaktır. Yolculardan alınacak ayakbastı parasının büyük kısmı, tekelci işletmecinin sunacağı hizmetin bedeli değil, "havaalanı vergisi"dir. Vergi toplamak da devlete ait bir hak, daha doğrusu bir imtiyazdır. Devlet, bu hakkını üçüncü bir şahsa devrediyorsa, bu devire özelleştirme değil "iltizam" denir. Bu durumda ihaleyi kazanan firmanın fiyatını belirleyen husus, bir yandan havaalanını kullanacak yolcunun muhtemel sayısı, diğer yandan devletin bu firmaya tahsil etme hakkını devrettiği birim verginin tutarıdır. Nitekim ihalede ihtilaf da buradan çıkmıştır. Bu ihaleyle, devlet gelecek yıllarda toplayacağı vergilerden, peşin olarak alacağı toplu bir para karşılığında vazgeçmektedir. Bu, aslında kamu borcu yaratmaktır. Çünkü devlet tahvil çıkarıp, bunu yatırımcılara sattığında, önce eline toplu bir para geçmekte, buna mukabil ileriye dönük bir ödeme mükellefiyeti altına girmektedir. Vergiyi toplayıp borç ödemekle, toplu peşin para karşılığı toplayacağı vergiden vazgeçmek aynı kapıya çıkar. Hangisi daha iyidir, bilmiyorum. İkisi de olabilir. Yeter ki hesabı doğru yapılsın.
Son Söz: Borç ödemek için borç alınırsa, borcun toplamı değişmez.
Mantık
Ege CANSEN
Budalalar yalnız mantık kullanır
BÜYÜK Tandoğan mitingi öncesinde, esnasında ve sonrasında yapılanlar, söylenenler ve yazılanlar, ortada tam bir kafa karışıklığı olduğunu gösteriyor.
Bunun sebebi, Hocam Fuat Çobanoğlu'nun deyişiyle "budalalar, yalnız mantık kullanır" önermesinde gizlidir. Mantık, üç temel kanuna dayanan matematik bir düşünme tekniğidir. Mantığın birinci kanunu, aynılıktır. Yani bir şey ne ise, "o"dur. Eğer elimizde tuttuğumuz nesne elma ise, "o" bir elmadır. Mantığın ikinci kanunu, zıtlıktır. Elde tutulan nesne elma ise, "o" nesne portakal olamaz. Mantığın üçüncü kanunu, dışta kalan ortadır. Yani elde tutulan nesne ya elmadır, ya da elmadan başka bir şeydir. Bu iki şık dışında, "o"nun ne olduğu konusunda üçüncü bir ihtimal yoktur. Mantıksal düşünme, öncelikle bu kanunlara (daha doğrusu hipotezlere) inanmakla başlar. Ondan sonra kıyas yöntemiyle olanlardan sonuç çıkartılır. Nesneleri tanımlamadan mantık kullanılırsa, her şeyi açıkladığınızı sandığınız bir anda bir de bakarsınız, saçmalamışsınız.
* * *
Tandoğan meydanında toplanan Avrupalı gibi giyinmiş, hayatında hiçbir hayvanı kendi elleriyle kurban diye kesmemiş, Tanrı'nın erkeklere gerekirse karılarını "darp" etme hakkı verdiğine inanmayan, kadın haklarına saygılı, Batı'nın görgü kurallarına göre yemek yiyen, çocuklarını kişilikli ve iyi eğitimli olarak yetiştirmeye çalışan, klásik Batı müziğini zevk alarak dinleyebilen, daha da önemlisi, büyük bir kısmı "başı açık" kadınlardan oluşan Türkiye'nin her yerinden gelmiş yarım milyona yakın Türk insanı, "Batı" karşıtı mıdır? Aydınlarımıza göre öyle. Çünkü orada "Ne ABD; ne AB, bağımsız Türkiye!" sloganı atılmıştır. Bu sloganı kaç kişi atmıştır, kaç kişi benimsemiştir, kim bu slogandan ne anlam çıkarmıştır tartışmasına hiç girmiyorum. Aydınlarımıza göre, Tandoğan'da böyle bir slogan atılması, o mitinge katılanların "mantıken" Batı karşıtı olduğunu ispatlamaktadır. Bu tam anlamıyla zırvalamaktır. Zırvalamanın sebebi de çok basittir. Bu aydınların kafasında "Batıcı" olmakla "Batılı" olmak aynı şeydir. İki ayrı şey, tek bir şeymiş gibi düşünmeye başlayınca, mantık doğru değil, yanlış düşünme aracına dönüşmektedir.
* * *
Bakmayın "budalalar, yalnız mantık kullanır" diye yazıya girdiğime. İçimizde sadece mantık kullanacak kadar budala yok. Hele, hele aydınlar arasında hiç yok. Peki, niçin bu hataya düşülüyor? Yoksa ortada hata dahi yok mu? Açıklayım. Düşünme iki unsurdan oluşur. Buna eskiler "hadisat" ve "hüküm" demiş. İngilizcesi "facts and value". Düşünmek, hükmü hadisattan tecrittir.(soyutlamaktır) Bütün tartışmalar, yüzeyde hadisat tartışması gibi dursa da aslında hüküm/değer (value) tartışmasıdır. Türk aydınları "Türklerin, Türkiye'yi idare edebilecek akıl ve izandan mahrum olduğu" hükmüne varmıştır. AB ve ABD'nin (yani IMF) sopaları olmazsa, iktisat da siyaset de çuvallar diye düşünüyorlar. "Hazır, Türkiye'nin yönetimini AB'ye ve ABD'ye bıraktık ve rahat ettik, aman bu düzen bozulmasın" diyorlar. Aydınların, mitingden ürkmesinin sebebi bu. Onları da anlamak gerek. Belki de haklılar.
Son Söz: Kendine güvenmeyene, kimse güvenmez.

BÜYÜK Tandoğan mitingi öncesinde, esnasında ve sonrasında yapılanlar, söylenenler ve yazılanlar, ortada tam bir kafa karışıklığı olduğunu gösteriyor.
Bunun sebebi, Hocam Fuat Çobanoğlu'nun deyişiyle "budalalar, yalnız mantık kullanır" önermesinde gizlidir. Mantık, üç temel kanuna dayanan matematik bir düşünme tekniğidir. Mantığın birinci kanunu, aynılıktır. Yani bir şey ne ise, "o"dur. Eğer elimizde tuttuğumuz nesne elma ise, "o" bir elmadır. Mantığın ikinci kanunu, zıtlıktır. Elde tutulan nesne elma ise, "o" nesne portakal olamaz. Mantığın üçüncü kanunu, dışta kalan ortadır. Yani elde tutulan nesne ya elmadır, ya da elmadan başka bir şeydir. Bu iki şık dışında, "o"nun ne olduğu konusunda üçüncü bir ihtimal yoktur. Mantıksal düşünme, öncelikle bu kanunlara (daha doğrusu hipotezlere) inanmakla başlar. Ondan sonra kıyas yöntemiyle olanlardan sonuç çıkartılır. Nesneleri tanımlamadan mantık kullanılırsa, her şeyi açıkladığınızı sandığınız bir anda bir de bakarsınız, saçmalamışsınız.
* * *
Tandoğan meydanında toplanan Avrupalı gibi giyinmiş, hayatında hiçbir hayvanı kendi elleriyle kurban diye kesmemiş, Tanrı'nın erkeklere gerekirse karılarını "darp" etme hakkı verdiğine inanmayan, kadın haklarına saygılı, Batı'nın görgü kurallarına göre yemek yiyen, çocuklarını kişilikli ve iyi eğitimli olarak yetiştirmeye çalışan, klásik Batı müziğini zevk alarak dinleyebilen, daha da önemlisi, büyük bir kısmı "başı açık" kadınlardan oluşan Türkiye'nin her yerinden gelmiş yarım milyona yakın Türk insanı, "Batı" karşıtı mıdır? Aydınlarımıza göre öyle. Çünkü orada "Ne ABD; ne AB, bağımsız Türkiye!" sloganı atılmıştır. Bu sloganı kaç kişi atmıştır, kaç kişi benimsemiştir, kim bu slogandan ne anlam çıkarmıştır tartışmasına hiç girmiyorum. Aydınlarımıza göre, Tandoğan'da böyle bir slogan atılması, o mitinge katılanların "mantıken" Batı karşıtı olduğunu ispatlamaktadır. Bu tam anlamıyla zırvalamaktır. Zırvalamanın sebebi de çok basittir. Bu aydınların kafasında "Batıcı" olmakla "Batılı" olmak aynı şeydir. İki ayrı şey, tek bir şeymiş gibi düşünmeye başlayınca, mantık doğru değil, yanlış düşünme aracına dönüşmektedir.
* * *
Bakmayın "budalalar, yalnız mantık kullanır" diye yazıya girdiğime. İçimizde sadece mantık kullanacak kadar budala yok. Hele, hele aydınlar arasında hiç yok. Peki, niçin bu hataya düşülüyor? Yoksa ortada hata dahi yok mu? Açıklayım. Düşünme iki unsurdan oluşur. Buna eskiler "hadisat" ve "hüküm" demiş. İngilizcesi "facts and value". Düşünmek, hükmü hadisattan tecrittir.(soyutlamaktır) Bütün tartışmalar, yüzeyde hadisat tartışması gibi dursa da aslında hüküm/değer (value) tartışmasıdır. Türk aydınları "Türklerin, Türkiye'yi idare edebilecek akıl ve izandan mahrum olduğu" hükmüne varmıştır. AB ve ABD'nin (yani IMF) sopaları olmazsa, iktisat da siyaset de çuvallar diye düşünüyorlar. "Hazır, Türkiye'nin yönetimini AB'ye ve ABD'ye bıraktık ve rahat ettik, aman bu düzen bozulmasın" diyorlar. Aydınların, mitingden ürkmesinin sebebi bu. Onları da anlamak gerek. Belki de haklılar.
Son Söz: Kendine güvenmeyene, kimse güvenmez.
Karşı Devrim
Özdemir İNCE
Karşıdevrim
YAZIMIN başlığını okuyan zevzek tayfası gene "Demokrasi düşmanı!" diye pavkıracak bana. 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelişini benim de karşıdevrim olarak tanımladığım oldu.
Bu tanımlamanın çok partili demokratik yaşama geçişten hoşnut olmamakla ilgisi yok. Demokrat Parti'nin Cumhuriyet'in kurum ve kuruluşlarına, devrimlerine ve Devrim Yasaları'na karşı takındığı olumsuz tavırla ilgili. Ve bu tavrın, Anayasa'nın dilinin Osmanlıca'ya çevrilmesinden başlayarak yüzlerce örneği var. Bu nedenle, pavkırmanın, hırlamanın bu yararı yok.
KÖSTEBEK ÇALIŞTI
Aslına bakarsanız karşı devrim mikrobu 1923'le yaşıt. Bu süreç henüz tamamlanmadı, günümüzde de devam etmekte. Evet, sözde demokrat liberallerimizin bize önerdiğini yapıp Cumhuriyet'in unutulan erdemleriyle yüzleşelim. "1923'te Cumhuriyet'e karşı başlayan muhalefetin amacı bir gün iktidara AKP'yi ve Cumhurbaşkanlığı'na Recep Tayip Erdoğan'ı taşımaktı" diye yazıyorum buraya. Akılları ve imgelem dünyaları küncü büyüklüğünde olanlar hemen pavkırmaya, hırlamaya başlayacaklar.
Daha da ileri gideceğim: 1923 Cumhuriyeti'ne karşı olanların amacı daha o zaman zamanın AKP'sini iktidara getirmek, zamanın R.T. Erdoğan'ını cumhurbaşkanı yapmaktı.
O zamanki hesap çarşıya uymadı ve köstebek hemen çalışmaya başladı.
TERS LİBERALLER!
Sözde demokratların uğruna salya sümük gözyaşı döktükleri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) bu köstebek hareketinin temsilcisidir. Bu temsilcilik Serbest Cumhuriyet Fırkası'dan (1930) Demokrat Parti'ye (1946) uzanır.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı zenginleri, doğunun toprak ağaları, batının büyük toprak sahipleri Cumhuriyet'in reformlarının karşısında olmuştur. Bu karşıtlığı, toplumu ve siyaseti demokratikleştirmek amacıyla yapılmak istenen toprak reformuna karşı direnen muhalefetlerde görürüz. Demokrasinin ve ulusal devletin kurulması için liberaller Avrupa'da toprak reformu yaparken bizim liberaller 1923'ten itibaren toprak reformuna karşı olmuşlardır.
PARLAMENTER SABOTAJ
Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren yapılması tasarlanan Toprak Reformu ile ilgili yasa tasarısı üzerinde Tarım Bakanlığı 1935'ten 1945'e kadar çalıştı. Benzeri görülmemiş bir parlamenter sabotaj! Yasa Tarım Bakanlığı'nın yerine İçişleri Bakanlığı'nın önerisiyle çıktı. Yasa uygulanamadı ama köylü toplumunun sanayi toplumuna dönüşmesini istemeyen CHP'liler karşıdevrimci Demokrat Parti'yi kurdular.
Atı alan Üsküdar'ı geçti ama bir gün toplum yararına politikayla ilgileneceklerin bu dönemi çok iyi öğrenmeleri gerekiyor: Toprak Reformu neden yapılamadı, Köy Enstitüleri neden birkaç yılda kapatıldı, Çiftçi Ocakları neden tasarıdan çıkartıldı? Bu soruların yanıtı bulunmadan günümüz sözde demokrat neo-liberallerinin neden cumhuriyet düşmanı oldukları, neden AKP'ye sofracılık yaptıkları anlaşılamaz.

YAZIMIN başlığını okuyan zevzek tayfası gene "Demokrasi düşmanı!" diye pavkıracak bana. 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelişini benim de karşıdevrim olarak tanımladığım oldu.
Bu tanımlamanın çok partili demokratik yaşama geçişten hoşnut olmamakla ilgisi yok. Demokrat Parti'nin Cumhuriyet'in kurum ve kuruluşlarına, devrimlerine ve Devrim Yasaları'na karşı takındığı olumsuz tavırla ilgili. Ve bu tavrın, Anayasa'nın dilinin Osmanlıca'ya çevrilmesinden başlayarak yüzlerce örneği var. Bu nedenle, pavkırmanın, hırlamanın bu yararı yok.
KÖSTEBEK ÇALIŞTI
Aslına bakarsanız karşı devrim mikrobu 1923'le yaşıt. Bu süreç henüz tamamlanmadı, günümüzde de devam etmekte. Evet, sözde demokrat liberallerimizin bize önerdiğini yapıp Cumhuriyet'in unutulan erdemleriyle yüzleşelim. "1923'te Cumhuriyet'e karşı başlayan muhalefetin amacı bir gün iktidara AKP'yi ve Cumhurbaşkanlığı'na Recep Tayip Erdoğan'ı taşımaktı" diye yazıyorum buraya. Akılları ve imgelem dünyaları küncü büyüklüğünde olanlar hemen pavkırmaya, hırlamaya başlayacaklar.
Daha da ileri gideceğim: 1923 Cumhuriyeti'ne karşı olanların amacı daha o zaman zamanın AKP'sini iktidara getirmek, zamanın R.T. Erdoğan'ını cumhurbaşkanı yapmaktı.
O zamanki hesap çarşıya uymadı ve köstebek hemen çalışmaya başladı.
TERS LİBERALLER!
Sözde demokratların uğruna salya sümük gözyaşı döktükleri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) bu köstebek hareketinin temsilcisidir. Bu temsilcilik Serbest Cumhuriyet Fırkası'dan (1930) Demokrat Parti'ye (1946) uzanır.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı zenginleri, doğunun toprak ağaları, batının büyük toprak sahipleri Cumhuriyet'in reformlarının karşısında olmuştur. Bu karşıtlığı, toplumu ve siyaseti demokratikleştirmek amacıyla yapılmak istenen toprak reformuna karşı direnen muhalefetlerde görürüz. Demokrasinin ve ulusal devletin kurulması için liberaller Avrupa'da toprak reformu yaparken bizim liberaller 1923'ten itibaren toprak reformuna karşı olmuşlardır.
PARLAMENTER SABOTAJ
Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren yapılması tasarlanan Toprak Reformu ile ilgili yasa tasarısı üzerinde Tarım Bakanlığı 1935'ten 1945'e kadar çalıştı. Benzeri görülmemiş bir parlamenter sabotaj! Yasa Tarım Bakanlığı'nın yerine İçişleri Bakanlığı'nın önerisiyle çıktı. Yasa uygulanamadı ama köylü toplumunun sanayi toplumuna dönüşmesini istemeyen CHP'liler karşıdevrimci Demokrat Parti'yi kurdular.
Atı alan Üsküdar'ı geçti ama bir gün toplum yararına politikayla ilgileneceklerin bu dönemi çok iyi öğrenmeleri gerekiyor: Toprak Reformu neden yapılamadı, Köy Enstitüleri neden birkaç yılda kapatıldı, Çiftçi Ocakları neden tasarıdan çıkartıldı? Bu soruların yanıtı bulunmadan günümüz sözde demokrat neo-liberallerinin neden cumhuriyet düşmanı oldukları, neden AKP'ye sofracılık yaptıkları anlaşılamaz.
Demokrasi
Özdemir İNCE
Demukraasinin 'D' si
KÖYLÜ ve çiftçinin toprak sahibi olmasına, köylü ve çiftçinin çağdaşlaşmasına yol açacak toprak reformuna karşı olanların kurdukları bir siyasal partinin demokrasi fatihi olup milletin efendisi köylünün "tulum" oyunu aldığını hiç duydunuz mu?
Sosyoloji ve siyaset bilimine göre, sınıf bilincine göre ve de insan tabiatına göre böyle bir şeyin olamaması gerek, değil mi?
Değil! Bu hilkat garibesi iş Türkiye'de oldu: Çiftçi ve köylünün toprak sahibi olmasına ve toprak reformuna karşı olan CHP milletvekillerinin kurduğu Demokrat Parti, bu mucizeyi (!) yarattı. Günümüz sağcı-İslamcı-liberal allamelere bakacak olursak, halk, yaptığı toplumsal devrimlerle kendi değerler dünyasına saldıran CHP'yi cezalandırdı.
DAHA REZİLİ YOK
Ben olan-biteni çok iyi anlıyorum. Çünkü olan-bitene 1950'den itibaren tanığım. Hatta 1946'dan bu yana. Beni şaşırtan, liberal demokrat tayfanın, sözünü ettiğim garabeti "demokrasi" olarak adlandırması.
Yeryüzünde bizim liberallerden, neo-liberallerden daha rezil olanı yok. Yıllardır demokrasi cazgırlığı yaparlar ama demokrasinin orta direğinin Anayasa olduğunu, Anayasa'ya aykırı işler yapan siyasal parti ve iktidarların yasallıklarını, meşruiyetlerini yitirdiklerini akıllarına bile getirmezler; getirseler bile domuzuna tepki göstermezler.
DEMOKRASİ TİRANLIĞI
En ilkel toplumlarda bile parlamento çoğunluğu hesapları üzerine demokrasi kurulmaz. Azınlığı hesaba katmayan, ulusal konularda azınlığın kaygılarına saygı göstermeyen parlamenter demokrasiye "demokrasi" denmez, "Demokratik Despotizm" (Jacques Ranciere, "La Haine de la Democratie", S.27) denir. Depolitize olmuş, depolitize edilmiş, dincileştirilmiş, "sivil din"den habersiz kitlelerin üzerinde hüküm süren bir demokratik despotizm. Cumhurbaşkanı adayını tek başına seçecek olan Recep Tayyip Erdoğan'dan daha iyi bir demokratik despot bulunur mu?
Zaman, Yeni Şafak ve Radikal 2 gazetelerinin darülfunun müderrisleri, İkinci Cumhuriyetçi alimler, Murat Belge gibi "ana rahmine haklı düşen" neo-liberaller, parlamenter despotizmi bize demokrasi diye yutturuyorlar. El insaf! Buna adıyla sanıyla sözde demokrasinin zorbalığı (tiranlığı) denir.
DEMOKRATİK CİNAYET
Antimilitarizm yüzlerce politik tavırdan biridir. Sadece antimilitarist olarak ve kalarak demokrat olmak mümkün değildir. Ordu düşmanlığı da sadece ordu düşmanlığıdır. Demokratik tepkiyle hiçbir ilişkisi yoktur. "Vardır!" diyen varsa, yalan söylemektedir. Demokrasi, birlikte yaşama ve ortak iyiliği arama sanatıdır. Demokrasinin bireyci egoizm ve hedonizm ile hiçbir ilişkisi yoktur. Demokrasi ne herhangi bir oligarşinin ulus adına hükümet etme yöntemidir, ne de "mal"ın iktidarının egemen olduğu bir toplum biçimidir (Age. S.105).
Devlet kurumlarına halkın temsilcisi olmayı yasaklayan rejime de demokrasi denmez (S.80).
Bir İslami oligarkın, bir parlamenter despotun cumhurbaşkanı olması demokrasiyle bağdaşmaz. Bu demokratik (!) cinayete katkısı olan herkes tarih önünde hesap verecektir.

KÖYLÜ ve çiftçinin toprak sahibi olmasına, köylü ve çiftçinin çağdaşlaşmasına yol açacak toprak reformuna karşı olanların kurdukları bir siyasal partinin demokrasi fatihi olup milletin efendisi köylünün "tulum" oyunu aldığını hiç duydunuz mu?
Sosyoloji ve siyaset bilimine göre, sınıf bilincine göre ve de insan tabiatına göre böyle bir şeyin olamaması gerek, değil mi?
Değil! Bu hilkat garibesi iş Türkiye'de oldu: Çiftçi ve köylünün toprak sahibi olmasına ve toprak reformuna karşı olan CHP milletvekillerinin kurduğu Demokrat Parti, bu mucizeyi (!) yarattı. Günümüz sağcı-İslamcı-liberal allamelere bakacak olursak, halk, yaptığı toplumsal devrimlerle kendi değerler dünyasına saldıran CHP'yi cezalandırdı.
DAHA REZİLİ YOK
Ben olan-biteni çok iyi anlıyorum. Çünkü olan-bitene 1950'den itibaren tanığım. Hatta 1946'dan bu yana. Beni şaşırtan, liberal demokrat tayfanın, sözünü ettiğim garabeti "demokrasi" olarak adlandırması.
Yeryüzünde bizim liberallerden, neo-liberallerden daha rezil olanı yok. Yıllardır demokrasi cazgırlığı yaparlar ama demokrasinin orta direğinin Anayasa olduğunu, Anayasa'ya aykırı işler yapan siyasal parti ve iktidarların yasallıklarını, meşruiyetlerini yitirdiklerini akıllarına bile getirmezler; getirseler bile domuzuna tepki göstermezler.
DEMOKRASİ TİRANLIĞI
En ilkel toplumlarda bile parlamento çoğunluğu hesapları üzerine demokrasi kurulmaz. Azınlığı hesaba katmayan, ulusal konularda azınlığın kaygılarına saygı göstermeyen parlamenter demokrasiye "demokrasi" denmez, "Demokratik Despotizm" (Jacques Ranciere, "La Haine de la Democratie", S.27) denir. Depolitize olmuş, depolitize edilmiş, dincileştirilmiş, "sivil din"den habersiz kitlelerin üzerinde hüküm süren bir demokratik despotizm. Cumhurbaşkanı adayını tek başına seçecek olan Recep Tayyip Erdoğan'dan daha iyi bir demokratik despot bulunur mu?
Zaman, Yeni Şafak ve Radikal 2 gazetelerinin darülfunun müderrisleri, İkinci Cumhuriyetçi alimler, Murat Belge gibi "ana rahmine haklı düşen" neo-liberaller, parlamenter despotizmi bize demokrasi diye yutturuyorlar. El insaf! Buna adıyla sanıyla sözde demokrasinin zorbalığı (tiranlığı) denir.
DEMOKRATİK CİNAYET
Antimilitarizm yüzlerce politik tavırdan biridir. Sadece antimilitarist olarak ve kalarak demokrat olmak mümkün değildir. Ordu düşmanlığı da sadece ordu düşmanlığıdır. Demokratik tepkiyle hiçbir ilişkisi yoktur. "Vardır!" diyen varsa, yalan söylemektedir. Demokrasi, birlikte yaşama ve ortak iyiliği arama sanatıdır. Demokrasinin bireyci egoizm ve hedonizm ile hiçbir ilişkisi yoktur. Demokrasi ne herhangi bir oligarşinin ulus adına hükümet etme yöntemidir, ne de "mal"ın iktidarının egemen olduğu bir toplum biçimidir (Age. S.105).
Devlet kurumlarına halkın temsilcisi olmayı yasaklayan rejime de demokrasi denmez (S.80).
Bir İslami oligarkın, bir parlamenter despotun cumhurbaşkanı olması demokrasiyle bağdaşmaz. Bu demokratik (!) cinayete katkısı olan herkes tarih önünde hesap verecektir.
Demokrasi
Özdemir İNCE
Demokrasi ve özgürlüğün geleceği
BU yazıyı bugün yayınlamaya karar verdim. Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı adaylığını ya da adayını açıklasa bile umurumda değil.
Bugün, Türkiyeli (!) İkinci Cumhuriyetçiler ile gene Türkiyeli (!) Yeni Mürtecileri bozguna uğratan sırrı açıklayacağım: 30 Nisan 2006 tarihli "Demokrasi ve Özgürlük" başlıklı yazımda sözünü ettiğim kitabı Türkiye'de yayınlatmayı başardım. Fareed Zakaria'nın "Özgürlüğün Geleceği" ("The Future of Freedom") adlı kitabı Kırmızı Yayınevi tarafından yayınlandı.
TAVSİYE EDERİM
Ferid Zekeriya da diyebileceğimiz Fareed Zakaria, Hindistan ve Müslüman kökenli, ABD'nin en önde gelen aydınlarından biri. ABD'nin saygın dergisi Foreign Affairs'i uzun süre yönetti, Newsweek International'ın başyazarı ve ABC News'in siyasal yorumcusu. Fareed Zakaria'ya hayranım, çünkü kimi filozofların anlaşılmaz hale getirdiği demokrasi ve özgürlük kavramlarına inandırıcı bir saydamlık kazandırıyor.
Kitabı demokrasi sahtekárı İkinci Cumhuriyetçilere, Yeni Mürtecilere ve "İlliberal" neo-liberallerimize tavsiye edeceğim. Kendilerine çekidüzen vermeleri için. En başta da adlarının önünde "Dr.", "Yardımcı Doç. Dr.", "Doç. Dr.", "Prof. Dr." unvanları olanlarına.
ÖĞREN, ÖZGÜRLEŞ
Hemen ardından üniversite öğrencilerine tavsiye edeceğim: Kızdıkları hocalarının ne denli köhnemiş olduklarını öğrenmeleri ve karşılarında ezilmemeleri için.
Üçüncü sırada Zaman, Yeni Şafak ve Radikal 2 yazarları var. Vakit yazarları özgür düşünceye şerbetli oldukları için bu türden zehirlere karşı bağışıktırlar. Onlara işlemez!
Dördüncü sırada, ne olduğu bilinmez amorf bir demokrasi adına AKP'ye teşrifatçılık yapan ve bu demokrasi ile özgürlükler (!) adına Recep Tayip Erdoğan'ın mutlakiyetçi (otokratik) yönetimini ve Cumhurbaşkanlığı adaylığını destekleyen aydınlara ve gazete yazarlarına tavsiye ederim.
Benim asıl tavsiye hedefim, 18 yaşına girmiş seçmenlerimizdir. Politika ile ilgilenen gençlerimizdir. Bu kitap sayesinde işin başında özgürleşebilirler, kendilerini ve çevrelerini özgürleştirebilirler. Bize yutturulmak istenen demokrasinin demokrasi, özgürlüklerin özgürlük olmadığını işin başında öğrenebilirler.
CEVABI KİTAPTA
"Demokrasi karşıtı etiketi yapıştırılmak korkusuyla susarak yaşamlarımızın giderek artan bir biçimde demokratikleştirilmesinden kaynaklanabilecek sorunları anlamak için hiçbir yol bırakmıyoruz. Hiçbir sorunun nedeninin demokrasi olamayacağını varsayıyor ve sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlar ortaya çıktığında suçu oraya buraya atıyor, problemleri saptırıyor, cevaplardan kaçınıyoruz. Ama asla siyasal, ekonomik ve sosyal yaşamlarımızın merkezindeki büyük dönüşüm konusunda konuşmuyoruz. (S.17)"
"Yapılan her bir kamuoyu yoklamasında, Amerikalılara en çok hangi kamu kurumlarına güvendikleri sorulduğunda, üç kurum her zaman listenin başında yer almaktadır: Yüksek Mahkeme, Silahlı Kuvvetler ve Merkez Bankası. Üç kurumun paylaştıkları bir tek ortak nokta vardır: Demokratik olmayan bir biçimde işlerler" (S.253). Buna karşın Kongre listelerin en sonunda yer almaktadır (S.253). Ne olacak şimdi? Cevabı sözünü ettiğim kitapta!

BU yazıyı bugün yayınlamaya karar verdim. Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı adaylığını ya da adayını açıklasa bile umurumda değil.
Bugün, Türkiyeli (!) İkinci Cumhuriyetçiler ile gene Türkiyeli (!) Yeni Mürtecileri bozguna uğratan sırrı açıklayacağım: 30 Nisan 2006 tarihli "Demokrasi ve Özgürlük" başlıklı yazımda sözünü ettiğim kitabı Türkiye'de yayınlatmayı başardım. Fareed Zakaria'nın "Özgürlüğün Geleceği" ("The Future of Freedom") adlı kitabı Kırmızı Yayınevi tarafından yayınlandı.
TAVSİYE EDERİM
Ferid Zekeriya da diyebileceğimiz Fareed Zakaria, Hindistan ve Müslüman kökenli, ABD'nin en önde gelen aydınlarından biri. ABD'nin saygın dergisi Foreign Affairs'i uzun süre yönetti, Newsweek International'ın başyazarı ve ABC News'in siyasal yorumcusu. Fareed Zakaria'ya hayranım, çünkü kimi filozofların anlaşılmaz hale getirdiği demokrasi ve özgürlük kavramlarına inandırıcı bir saydamlık kazandırıyor.
Kitabı demokrasi sahtekárı İkinci Cumhuriyetçilere, Yeni Mürtecilere ve "İlliberal" neo-liberallerimize tavsiye edeceğim. Kendilerine çekidüzen vermeleri için. En başta da adlarının önünde "Dr.", "Yardımcı Doç. Dr.", "Doç. Dr.", "Prof. Dr." unvanları olanlarına.
ÖĞREN, ÖZGÜRLEŞ
Hemen ardından üniversite öğrencilerine tavsiye edeceğim: Kızdıkları hocalarının ne denli köhnemiş olduklarını öğrenmeleri ve karşılarında ezilmemeleri için.
Üçüncü sırada Zaman, Yeni Şafak ve Radikal 2 yazarları var. Vakit yazarları özgür düşünceye şerbetli oldukları için bu türden zehirlere karşı bağışıktırlar. Onlara işlemez!
Dördüncü sırada, ne olduğu bilinmez amorf bir demokrasi adına AKP'ye teşrifatçılık yapan ve bu demokrasi ile özgürlükler (!) adına Recep Tayip Erdoğan'ın mutlakiyetçi (otokratik) yönetimini ve Cumhurbaşkanlığı adaylığını destekleyen aydınlara ve gazete yazarlarına tavsiye ederim.
Benim asıl tavsiye hedefim, 18 yaşına girmiş seçmenlerimizdir. Politika ile ilgilenen gençlerimizdir. Bu kitap sayesinde işin başında özgürleşebilirler, kendilerini ve çevrelerini özgürleştirebilirler. Bize yutturulmak istenen demokrasinin demokrasi, özgürlüklerin özgürlük olmadığını işin başında öğrenebilirler.
CEVABI KİTAPTA
"Demokrasi karşıtı etiketi yapıştırılmak korkusuyla susarak yaşamlarımızın giderek artan bir biçimde demokratikleştirilmesinden kaynaklanabilecek sorunları anlamak için hiçbir yol bırakmıyoruz. Hiçbir sorunun nedeninin demokrasi olamayacağını varsayıyor ve sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlar ortaya çıktığında suçu oraya buraya atıyor, problemleri saptırıyor, cevaplardan kaçınıyoruz. Ama asla siyasal, ekonomik ve sosyal yaşamlarımızın merkezindeki büyük dönüşüm konusunda konuşmuyoruz. (S.17)"
"Yapılan her bir kamuoyu yoklamasında, Amerikalılara en çok hangi kamu kurumlarına güvendikleri sorulduğunda, üç kurum her zaman listenin başında yer almaktadır: Yüksek Mahkeme, Silahlı Kuvvetler ve Merkez Bankası. Üç kurumun paylaştıkları bir tek ortak nokta vardır: Demokratik olmayan bir biçimde işlerler" (S.253). Buna karşın Kongre listelerin en sonunda yer almaktadır (S.253). Ne olacak şimdi? Cevabı sözünü ettiğim kitapta!
Tek Parti
Özdemir İNCE
Evet efendim!
ERNST E. Hirsch'in kim olduğunu biliyor musunuz? Yakınlarda bir gün anlatacağım. Bugün sadece şu kadarını yazayım.
Prof. Hirch, Nazi Almanyası'ndan kaçarak Türkiye'ye sığınan üniversite hocalarından biridir. 1933-1943 yılları arasında İstanbul Hukuk Fakültesi'nde, 1943-1952 yılları arasında Ankara Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Bu iki fakültenin dünya çapında bir bilim yuvası haline gelmesine katkıda bulundu.
Hocaların hocası bu hukuk anıtı "Anılarım" (Tübitak Popüler Bilim Kitapları) adlı kitabından Atatürk Türkiyesi'nden söz eder:
ZITLARIN BİRLİĞİ
"Türk halkı, sadece bu tek parti, bu parti de, politik bakımdan birlik içinde bir parlamento aracılığıyla temsil edildiği halde, gene de, yukarda saydığım altı ilkenin birden çok anlama gelebilmesi yüzünden tek bir politik çizgi oluşturamıyor ve varlığını sürdüremiyordu. Bunun yerine, hükümetlerin kurulmasında, Meclis Başkanı seçimlerinde, parlamento komisyonlarının oluşmasında ve kanunlar üzerine yapılan parlamento tartışmalarında açıkça kendini belli eden, bazı akım ve yönler görülüyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, üyeleri sadece tek bir parti mensubu oldukları halde, Hitler döneminin Alman Rayhstag'ı gibi, ya da Doğu Berlin'deki Volkskammer gibi, politika nüfuzu sıfır olan bir evet efendimciler topluluğu hiç değildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, pek çok değişik, evet hatta birbirine zıt akım ve menfaatlerin çarpıştığı, tek bir parti çerçevesi içinde enine boyuna tartışıldıktan sonra bunlar arasında bir denge ve uzlaşma sağlayan bir arenaydı. Bu niteliğiyle tek parti sistemi, Türkiye'deki işleyiş tarzıyla hiçbir şekilde peşinde maiyeti olan bir "Führer" devletine benzemiyordu. Bu sistem, devletin üst kademelerinden emir verilmeyen, yön verilen bir parlamenter demokrasi niteliğindeydi. Ama son karar mercii parlamentoydu. (S. 300-3001)
SOROSLU CAHİLLER
Bunları bir Zırtullah-u Kirmani değil, dünya çapında bir hukuk bilgini yazıyor. 1923 Cumhuriyeti'nin bir faşist rejim olduğunu yazan Soroslu cahil müderrislerin suratsızlıklarına şamar gibi inen gerçektir bu!
Önlerindeki somut durumu liberal demokrasinin mihenk taşına vurmaları gerekirken, 1950 öncesine saldıranların AKP yağcılıkları midemi bulandırıyor. AKP'nin yüzde 25 temsil gerçeğini "Halk İradesi" olarak tanımlayıp geriye kalan yüzde 75 halklıktan çıkartanların budalalıkları kanımı donduruyor.
AKP ve Erdoğan'ın radikal İslamcılıktan ve şeraitten vazgeçerek sivil İslam'ı öğrenmeye başladığını, Anayasa'ya saygı duyacak kadar değiştiğini ileri sürenler, falcı kefaletlerinin boş çıkmasına karşın, şimdi cumhurbaşkanlığının ıslah edici büyüsünden söz ediyorlar.
SEÇİM VE ADALET!
ABD diplomatlarına bir dirhem güvenmem ama 1990'ların Yugoslavyası konusunda "seçimlerin özgür ve adaletli, seçilenlerin ise ırkçılar, faşistler ve ayrılıkçılar olduğunu düşünün. İşte ikilem bu!" diyen Richard Holbrooke'u anımsayarak olan biteni ibretle seyrediyorum. Üstelik seçimin de ne özgürlükle ne de adaletle bir hısım-akrabalığı var!

ERNST E. Hirsch'in kim olduğunu biliyor musunuz? Yakınlarda bir gün anlatacağım. Bugün sadece şu kadarını yazayım.
Prof. Hirch, Nazi Almanyası'ndan kaçarak Türkiye'ye sığınan üniversite hocalarından biridir. 1933-1943 yılları arasında İstanbul Hukuk Fakültesi'nde, 1943-1952 yılları arasında Ankara Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Bu iki fakültenin dünya çapında bir bilim yuvası haline gelmesine katkıda bulundu.
Hocaların hocası bu hukuk anıtı "Anılarım" (Tübitak Popüler Bilim Kitapları) adlı kitabından Atatürk Türkiyesi'nden söz eder:
ZITLARIN BİRLİĞİ
"Türk halkı, sadece bu tek parti, bu parti de, politik bakımdan birlik içinde bir parlamento aracılığıyla temsil edildiği halde, gene de, yukarda saydığım altı ilkenin birden çok anlama gelebilmesi yüzünden tek bir politik çizgi oluşturamıyor ve varlığını sürdüremiyordu. Bunun yerine, hükümetlerin kurulmasında, Meclis Başkanı seçimlerinde, parlamento komisyonlarının oluşmasında ve kanunlar üzerine yapılan parlamento tartışmalarında açıkça kendini belli eden, bazı akım ve yönler görülüyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, üyeleri sadece tek bir parti mensubu oldukları halde, Hitler döneminin Alman Rayhstag'ı gibi, ya da Doğu Berlin'deki Volkskammer gibi, politika nüfuzu sıfır olan bir evet efendimciler topluluğu hiç değildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, pek çok değişik, evet hatta birbirine zıt akım ve menfaatlerin çarpıştığı, tek bir parti çerçevesi içinde enine boyuna tartışıldıktan sonra bunlar arasında bir denge ve uzlaşma sağlayan bir arenaydı. Bu niteliğiyle tek parti sistemi, Türkiye'deki işleyiş tarzıyla hiçbir şekilde peşinde maiyeti olan bir "Führer" devletine benzemiyordu. Bu sistem, devletin üst kademelerinden emir verilmeyen, yön verilen bir parlamenter demokrasi niteliğindeydi. Ama son karar mercii parlamentoydu. (S. 300-3001)
SOROSLU CAHİLLER
Bunları bir Zırtullah-u Kirmani değil, dünya çapında bir hukuk bilgini yazıyor. 1923 Cumhuriyeti'nin bir faşist rejim olduğunu yazan Soroslu cahil müderrislerin suratsızlıklarına şamar gibi inen gerçektir bu!
Önlerindeki somut durumu liberal demokrasinin mihenk taşına vurmaları gerekirken, 1950 öncesine saldıranların AKP yağcılıkları midemi bulandırıyor. AKP'nin yüzde 25 temsil gerçeğini "Halk İradesi" olarak tanımlayıp geriye kalan yüzde 75 halklıktan çıkartanların budalalıkları kanımı donduruyor.
AKP ve Erdoğan'ın radikal İslamcılıktan ve şeraitten vazgeçerek sivil İslam'ı öğrenmeye başladığını, Anayasa'ya saygı duyacak kadar değiştiğini ileri sürenler, falcı kefaletlerinin boş çıkmasına karşın, şimdi cumhurbaşkanlığının ıslah edici büyüsünden söz ediyorlar.
SEÇİM VE ADALET!
ABD diplomatlarına bir dirhem güvenmem ama 1990'ların Yugoslavyası konusunda "seçimlerin özgür ve adaletli, seçilenlerin ise ırkçılar, faşistler ve ayrılıkçılar olduğunu düşünün. İşte ikilem bu!" diyen Richard Holbrooke'u anımsayarak olan biteni ibretle seyrediyorum. Üstelik seçimin de ne özgürlükle ne de adaletle bir hısım-akrabalığı var!
Arayacağız
Tufan TÜRENÇ tturenc@hurriyet.com.tr
Ahmet Necdet Sezer'i çok arayacağız...
HİÇ kuşkunuz olmasın, arayacak olanların başında da AKP'liler gelecek. Çünkü Cumhurbaşkanı Sezer rejimin güvencesi olduğu kadar, onların da güvencesiydi.
Çünkü onların yaptıkları rejim karşıtı girişimleri, kararları, çıkardıkları yasaları, yaptıkları abuk subuk atamaları hep frenledi.
Rejime, cumhuriyetin temel ilkelerine ve değerlerine, hukuk devletine kalkan olduğu kadar, AKP iktidarının suç işlemesini de engelledi.
Yaşayanlar, Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığında bunun Türkiye için ne kadar önem taşıdığını görecekler.
Aynı durum, AKP'lilerin dışında Sezer'i sevmeyenler için de geçerlidir.
Onu katı, aşırı kuralcı, halktan kopuk, ülke yönetimini zorlaştırıcı bulanlar, bu yüzden de ondan nefret edenler Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığıyla birlikte doğacak gerginlikleri, krizleri yaşadıkça Sezer'i çok arayacaklardır.
Onun için yazının başlığını hiç düşünmeden böyle koydum.
* * *
2002 yılının temmuzuydu.
İstanbul bunaltmayan, insanı sarıp sarmalayan sıcacık bir gün yaşıyordu.
Beşiktaş'ın Ümraniye'deki Nevzat Demir Tesisleri'nin açılış törenindeyiz...
Törene Cumhurbaşkanı Sezer ile eşi de katıldı.
Sezer tören alanına girdiği anda kalabalıktan yoğun bir alkış koptu.
Törene katılan halk, Cumhurbaşkanı'na "Hoşgeldiniz" diyordu.
Arkasından da hep bir ağızdan tempo tutmaya başladılar:
"Türkiye seninle gurur duyuyor... Türkiye seninle gurur duyuyor..."
Halkın attığı bu slogan dakikalarca dinmek bilmedi.
Oysa Sezer görevinin henüz ilk yıllarındaydı.
Hiç böyle bir sevgi gösterisi beklemiyordum. Kimse de beklemiyordu.
Cumhurbaşkanı'nın halk tarafından bu kadar sevildiğine şaşırmıştım.
O gün Türk insanının sezgisinin ne kadar güçlü olduğunu ve doğruyu yakaladığını bir kez daha anladım.
* * *
Şimdi Sezer'in yerine o koltuğa,
"Yargıyla, üniversitelerle, demokratik anayasal kurumlarla kavgalı olan...
Bu kurumları kendi kafasına uygun kurumlar haline getirmeyi düşleyen...
Laik, demokratik cumhuriyeti, onun temel ilkelerini ve değerlerini içine sindiremeyen...
Atatürk ilke ve devrimlerini değiştirmek isteyen...
Çağdaş eğitim yerine, imam hatip ağırlıklı eğitimi oturtmayı hedefleyen...
Bilgi çağını yakalamak için bilime, bilimin yol göstericiliğinin esas alınmasına inanmayan...
İslam yaşam tarzına özlem duyan...
Kadının örtünmesinden yana olan...
Kadın-erkek eşitliğini içine sindiremeyen...
Tarafsız olması, devletteki uyumu sağlaması mümkün olamayan..."
birisi oturacak.
İşte onun için diyorum ki, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i çok arayacağız.

HİÇ kuşkunuz olmasın, arayacak olanların başında da AKP'liler gelecek. Çünkü Cumhurbaşkanı Sezer rejimin güvencesi olduğu kadar, onların da güvencesiydi.
Çünkü onların yaptıkları rejim karşıtı girişimleri, kararları, çıkardıkları yasaları, yaptıkları abuk subuk atamaları hep frenledi.
Rejime, cumhuriyetin temel ilkelerine ve değerlerine, hukuk devletine kalkan olduğu kadar, AKP iktidarının suç işlemesini de engelledi.
Yaşayanlar, Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığında bunun Türkiye için ne kadar önem taşıdığını görecekler.
Aynı durum, AKP'lilerin dışında Sezer'i sevmeyenler için de geçerlidir.
Onu katı, aşırı kuralcı, halktan kopuk, ülke yönetimini zorlaştırıcı bulanlar, bu yüzden de ondan nefret edenler Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığıyla birlikte doğacak gerginlikleri, krizleri yaşadıkça Sezer'i çok arayacaklardır.
Onun için yazının başlığını hiç düşünmeden böyle koydum.
* * *
2002 yılının temmuzuydu.
İstanbul bunaltmayan, insanı sarıp sarmalayan sıcacık bir gün yaşıyordu.
Beşiktaş'ın Ümraniye'deki Nevzat Demir Tesisleri'nin açılış törenindeyiz...
Törene Cumhurbaşkanı Sezer ile eşi de katıldı.
Sezer tören alanına girdiği anda kalabalıktan yoğun bir alkış koptu.
Törene katılan halk, Cumhurbaşkanı'na "Hoşgeldiniz" diyordu.
Arkasından da hep bir ağızdan tempo tutmaya başladılar:
"Türkiye seninle gurur duyuyor... Türkiye seninle gurur duyuyor..."
Halkın attığı bu slogan dakikalarca dinmek bilmedi.
Oysa Sezer görevinin henüz ilk yıllarındaydı.
Hiç böyle bir sevgi gösterisi beklemiyordum. Kimse de beklemiyordu.
Cumhurbaşkanı'nın halk tarafından bu kadar sevildiğine şaşırmıştım.
O gün Türk insanının sezgisinin ne kadar güçlü olduğunu ve doğruyu yakaladığını bir kez daha anladım.
* * *
Şimdi Sezer'in yerine o koltuğa,
"Yargıyla, üniversitelerle, demokratik anayasal kurumlarla kavgalı olan...
Bu kurumları kendi kafasına uygun kurumlar haline getirmeyi düşleyen...
Laik, demokratik cumhuriyeti, onun temel ilkelerini ve değerlerini içine sindiremeyen...
Atatürk ilke ve devrimlerini değiştirmek isteyen...
Çağdaş eğitim yerine, imam hatip ağırlıklı eğitimi oturtmayı hedefleyen...
Bilgi çağını yakalamak için bilime, bilimin yol göstericiliğinin esas alınmasına inanmayan...
İslam yaşam tarzına özlem duyan...
Kadının örtünmesinden yana olan...
Kadın-erkek eşitliğini içine sindiremeyen...
Tarafsız olması, devletteki uyumu sağlaması mümkün olamayan..."
birisi oturacak.
İşte onun için diyorum ki, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i çok arayacağız.
Heykeli Dikilecek Adam
Tufan TÜRENÇ
Heykeli dikilecek adam!
TÜRKİYE Cumhuriyeti tarihinde, halk egemenliğinin temsil edildiği bu kutsal çatı altında böyle bir başkan görülmedi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne başkan seçilen saygın insanların hiçbiri Bülent Arınç gibi parti militanlığı yapmadı.
Hiçbiri tarafsızlığını bozmadı.
Hiçbiri, meclis başkanlığının gerektirdiği ağırlığı ve devlet adamlığını hiçbir koşul altında unutmadı.
"Şeyini şey ettiğimin şeyi" demedi.
Kendisini eleştiren ya da hoşuna gitmeyen sorular soran gazetecilere hakaretamiz sözler söylemedi, davranışlarda bulunmadı.
Kendisinin aslında heykelinin dikilecek adam olduğunu iddia etmedi.
Laikliğinin yeniden tarif edilmesini istemedi.
Meclis'in dengesini, yapısını bozacak bir atama fırtınası estirmedi.
Meclis başkanının vakurluğuna uymayacak söz söylemedi, davranışta bulunmadı.
En sağcısından en solcusuna kadar hiçbir Meclis Başkanı kendi tabanını tatmin etmek için rejim tartışması çıkaracak söylemlerde bulunmadı.
***
Bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir Meclis Başkanı Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde "Meclis sivil, dindar, demokrat bir cumhurbaşkanı seçecektir" diyerek tarafsızlığını bozmadı.
Bülent Arınç'ın konumu anayasaya, meclis iç tüzüğüne göre partiler üstüdür.
Meclis başkanları seçildikten sonra partisinin grup toplantılarına bile katılamaz.
Parti kongrelerine gidemez.
Açık, kapalı mekánlarda yapılan parti toplantılarında bulunamaz.
Çünkü Meclis başkanı tarafsızdır.
İktidarla muhalefet partileri arasında bir ayrım yapamaz çünkü hepsinin başkanı konumundadır.
Ama Arınç tarafsızlığını sık sık çiğnedi.
***
Arınç "Cumhuriyet mitingi" konusunda da bir Meclis başkanının söylememesi gereken yorumlar yaptı.
"Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği"nin verdiği "Demokrasi Ödülü"nü alırken bakın ne diyor:
"Biz çatapat gürültülerden korkup kaçacak insanlar değiliz. Hayatımızı bu davaya koyduk, onun yolunda her şeyi göğüslemeye hazırız."
O miting kimseyi korkutmak için yapılmadı.
O miting, Çankaya'ya "Laik, Demokratik Cumhuriyet"le sorunları olan birinin çıkmaması için halkın ortaya koyduğu bir tepkiydi.
Bu tepki, adaylığı söz konusu olan Recep Tayyip Erdoğan'a karşıydı.
Eğer Arınç'ın adaylığı söz konusu olsaydı aynı tepki hiç kuşkusu olmasın kendisi için de gösterilirdi.
Bir Meclis başkanı yurdun dört bir yanından gelmiş insanların duyarlılığını bu kadar hafife alma aymazlığı içinde olmamalı.
Öfkeye kapılıp halkını rencide edecek söylemlerde bulunmamalı.
Meclis Başkanlığı koltuğunda oturan bir insanın taşıması gereken devlet adamlığı niteliği buna engel olmalı.
Bülent Arınç şunu unutmasın, bir toplum ancak büyük devlet adamlarının heykelini diker.
"Şeyini şey ettiğimin şeyi" diyenlerin Meclis başkanı, hatta cumhurbaşkanı olsalar bile değil heykelini dikmek, adını bile anmaz.

TÜRKİYE Cumhuriyeti tarihinde, halk egemenliğinin temsil edildiği bu kutsal çatı altında böyle bir başkan görülmedi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne başkan seçilen saygın insanların hiçbiri Bülent Arınç gibi parti militanlığı yapmadı.
Hiçbiri tarafsızlığını bozmadı.
Hiçbiri, meclis başkanlığının gerektirdiği ağırlığı ve devlet adamlığını hiçbir koşul altında unutmadı.
"Şeyini şey ettiğimin şeyi" demedi.
Kendisini eleştiren ya da hoşuna gitmeyen sorular soran gazetecilere hakaretamiz sözler söylemedi, davranışlarda bulunmadı.
Kendisinin aslında heykelinin dikilecek adam olduğunu iddia etmedi.
Laikliğinin yeniden tarif edilmesini istemedi.
Meclis'in dengesini, yapısını bozacak bir atama fırtınası estirmedi.
Meclis başkanının vakurluğuna uymayacak söz söylemedi, davranışta bulunmadı.
En sağcısından en solcusuna kadar hiçbir Meclis Başkanı kendi tabanını tatmin etmek için rejim tartışması çıkaracak söylemlerde bulunmadı.
***
Bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir Meclis Başkanı Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde "Meclis sivil, dindar, demokrat bir cumhurbaşkanı seçecektir" diyerek tarafsızlığını bozmadı.
Bülent Arınç'ın konumu anayasaya, meclis iç tüzüğüne göre partiler üstüdür.
Meclis başkanları seçildikten sonra partisinin grup toplantılarına bile katılamaz.
Parti kongrelerine gidemez.
Açık, kapalı mekánlarda yapılan parti toplantılarında bulunamaz.
Çünkü Meclis başkanı tarafsızdır.
İktidarla muhalefet partileri arasında bir ayrım yapamaz çünkü hepsinin başkanı konumundadır.
Ama Arınç tarafsızlığını sık sık çiğnedi.
***
Arınç "Cumhuriyet mitingi" konusunda da bir Meclis başkanının söylememesi gereken yorumlar yaptı.
"Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği"nin verdiği "Demokrasi Ödülü"nü alırken bakın ne diyor:
"Biz çatapat gürültülerden korkup kaçacak insanlar değiliz. Hayatımızı bu davaya koyduk, onun yolunda her şeyi göğüslemeye hazırız."
O miting kimseyi korkutmak için yapılmadı.
O miting, Çankaya'ya "Laik, Demokratik Cumhuriyet"le sorunları olan birinin çıkmaması için halkın ortaya koyduğu bir tepkiydi.
Bu tepki, adaylığı söz konusu olan Recep Tayyip Erdoğan'a karşıydı.
Eğer Arınç'ın adaylığı söz konusu olsaydı aynı tepki hiç kuşkusu olmasın kendisi için de gösterilirdi.
Bir Meclis başkanı yurdun dört bir yanından gelmiş insanların duyarlılığını bu kadar hafife alma aymazlığı içinde olmamalı.
Öfkeye kapılıp halkını rencide edecek söylemlerde bulunmamalı.
Meclis Başkanlığı koltuğunda oturan bir insanın taşıması gereken devlet adamlığı niteliği buna engel olmalı.
Bülent Arınç şunu unutmasın, bir toplum ancak büyük devlet adamlarının heykelini diker.
"Şeyini şey ettiğimin şeyi" diyenlerin Meclis başkanı, hatta cumhurbaşkanı olsalar bile değil heykelini dikmek, adını bile anmaz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)