29 Ocak 2008 Salı

Madrabazlık, dolandırıcılık, kalpazanlık

DİYANET İşleri Başkanlığı, türbanın dinsel açıdan bir gereklilik, bir zorunluluk olduğunu ileri sürmüyor muydu? Artık, Doç. Dr. Şahin Filiz’in, "Bireysel Dindarlık mı, Kamusal Dinsellik mi? ’Başörtüsü Söyleminin Dinsel Temelsizliği ve İslam Felsefesi Açısından Eleştirisi’ (Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları)" adlı kitabının bilimsel meydan okumasını yanıtlamak, onu teolojik siyaset meydanında çürütmek (halletmek) zorunda!FERC-AVRET-SEV’EDoç. Dr. Şahin Filiz’in kitabı, benim "Muhammed bin Hamza’nın Kuran Tercümesi" başlıklı yazımın yayınlandığı gün (22.01.08) geldi. Yazar Şahin Filiz’e ve yayıncı dostum Prof. Dr. Çetin Yetkin’e çok teşekkür ederim.
Kitabı heyecanla açıyorum ve okuyorum:["Mü’min erkeklere söyle, gözlerini çeksinler... ve ferclerini (ön ve arkalarını -ş.f.) korusunlar." Bu ayet, başkalarının ferclerine ve avret yerlerine bakmayın emrini de içeren bir anlam taşımaktadır. Ferc, avret, sev’e (çoğulu sev’at)’den maksat, kadın ve erkeğin genital organları ve makatlarıdır.] (S.47)Madrabazlık, dolandırıcılık, kalpazanlık sona ermeli artık!
Nûr Suresi’nin 30. Ayeti erkeklere, "Başkalarının genital organlarına ve makatlarına bakmayın, kendi genital organlarınızı ve makatlarınızı kimseye göstermeyin!" diyor.
Nûr Suresi’nin 31. Ayeti kadınlara, "Başkalarının genital organlarına ve makatlarına bakmayın, kendi genital organlarınızı ve makatlarınızı kimseye göstermeyin... ve bir örtüyle (hımar ile) memelerinizi (jayb, juyub) gizleyin!" diyor.
İşte, 22 ve 23 Ocak tarihli yazılarımda da üstüne basa basa yazdığım gibi, Nûr Suresi’nin 30. ve 31. ayetlerinin Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, İslamcıların ve imam hatipçilerin anlayacağı şekilde açık ve seçik anlamı bu.Hadi benim yazılarımı ciddiye almadılar diyelim ama alsalar çok iyi olur kendileri için! Evet benim yazılarıma inanmıyorlar diyelim, ama türbanı Anayasa’ya sokmadan Doç. Dr. Şahin Filiz’in kitabını okumazlarsa günaha girerler:
Kitaptan öğrendiğimize göre, hadislerde 12 olarak anılan büyük günahlar (kebair) şunlardır: 1. Allah’a ortak koşmak, 2. Haksız yere adam öldürmek, 3. İffetli, temiz bir kadına zina etti diye iftirada bulunmak, 4. Zina yapmak, 5. Düşman hücumu sırasında savaştan kaçmak, 6. Sihir ve büyü yapmak, 7. Yetim malı yemek, 8. Müslüman ana-babaya asi olmak, 9. Aileye karşı istikameti terk etmek, 10. Faiz yemek, 11. Hırsızlık yapmak, 12. İçki içmek. (S.77)
5 ŞARTI, 6’LADILARDurum böyle. Ama Cumhurbaşkanı ile Başbakan, söz ve davranışlarıyla türban takmamayı 13. günah olarak ilan ediyorlar; İslam’ın beş koşuluna altıncı olarak türbanı ekliyorlar.Örtünme, İslam öncesinde kadınlar için hürlük ya da cariyelik konumlarını belirleyen bir simge. Bu töre İslam’da da devam ediyor. Köle ve cariye örtünürse dayak yiyor. Peki örtünemeyen köle ya da cariye Müslüman değil mi, olamaz mı? Müslüman’sa ne olacak? En iyisi Cumhurbaşkanı ve Başbakan’la birlikte siz de okuyun bu kitabı!
ŞANDIR DA KANITLASIN
MHP Grup Başkan Vekili Mehmet Şandır, Erdemli’de (Mersin) yaptığı konuşmada türbanın Kuran’ın emri olduğunu söylemiş (Zaman, 27.01.08). Bu, laik Anayasa’yı ve yasaları ilgilendirmez ama o gene de kanıtlamak zorunda bu iddiayı!
Özdemir İNCE

27 Aralık 2007 Perşembe

Nur Suresi, 31. ayet (24:31)



KİŞİSEL olarak ne başörtüsü ile ne de türban ile herhangi bir sorunum var. Ama örtünmeyle ilgili yalan, safsata ve hurafe yayanlarla kavgam var. Türbancılar, bu örtünme tarzının Kuran'ın tartışılmaz buyruğu olduğunu ileri sürüyorlar. Ama Azháb Sûresi'nin 59. ayeti; Nûr Sûresi'nin 30, 31 ve 60. áyetleri dışında Kuran'da bir başka hüküm yoktur ve türban şaklabanlığı Kutsal Kitap'da yer almamaktadır.

İKİYÜZLÜLER

Bunu öğrendiğim için: Faiz ve kredi kartının İslam'a aykırı olmasına karşın türbancılar tarafından kullanıldığını; türbancıların, İslám'a ters düşmesine karşın, Cumhuriyet'in yapı ve kurumlarına, yasalarına ve özellikle Devrim Yasaları'na uymak zorunda kaldıkları halde nasıl olup da dinden çıkmadıklarını soruyorum. Bu işte bir ikiyüzlülük var!

İkiyüzlülük sadece türbancılarda değil! İkiyüzlülüğün en tepesinde Kuran çevirmen ve yorumcuları bulunuyor. Bunun en çarpıcı kanıtını, Mustafa Sağ, "Evrensel Çağrı, Kur'an Meáli" (Final Pazarlama Yayını) çevirisine yazdığı önsöz ve açıklamalarda veriyor. Mustafa Sağ'a göre geleneksel çevirmen ve yorumcular Nûr Sûresi'nin 31. ayetini geleneğe uyarak ve birbirlerini taklit ederek yanlış çeviriyorlar. Müthiş bir iddia! Mustafa Sağ'ın açıklamasını olduğu gibi aktarıyorum.

HIMAR = ÖRTMEK

"Kuran ayetinde 'başörtüsü' diye bir kelime geçmemektedir. Buna rağmen tüm Kuran tefsirlerinde ve çevirilerinde Kuran ayeti 'başörtüsü' olarak çevrilmiştir. Halbuki ayette geçen "HIMAR' kelimesi 'Baş örtmek' anlamında değil, sadece 'örtmek' anlamına gelmektedir. Eğer, herhangi bir şey örtülecek ise. O şeyin vurgulanması gerekir. Örneğin masa örtüsü derken, örtmek kelimesinin yanına masa kelimesinin gelmesi gibi, başörtüsü dendiği zaman da "örtmek" ("hımar") kelimesinin yanına "baş" ("re's") kelimesinin 'hımarü-re's' şeklinde gelmesi gerekir. Ayetteki 'hımar' ('örtü') kelimesinin yanında geçen ve vurgulayan kelime 'cuyub' kelimesidir ki, 'yaka' veya 'göğüs' anlamına gelir. Çünkü, aynı kelime 'cuyub' bir başka ayette (28:32) Hz. Musa'nın 'göğsüne/koynuna elini soktuğu' şeklinde geçer. Yani, 'cuyub' kelimesi, 'hımar' örtmek kelimesi ile kullanıldığı zaman 'bihumûrihinne ala cuyubihinne' başını örtmek değil, 'göğsünün üzerini örtmek' anlamına gelmektedir. Geleneksel tüm yorumcular, Kur'an ayetini bilimsel bakışla değil de, birbirlerini taklit edip, 'Başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler' diyerek 'Felyedribne' fiilini de 'örtsünler' diye tercüme etmişlerdir. Bu geleneksel yorumcular 'DaRaBe' kökünden gelen bu kelimeyi burada, 'Başörtülerini örtsünler' derken, bir başka yerde aynı 'DaRaBe' kelimesini 'Kadınları DÖVÜN' (Bak. 4:34) diye çevirmişlerdir. Özetle, Kuran'ın orijinal ayeti tüm açıklığı ile ortadayken, elverişli bir siyasal kullanım malzemesi olarak, sürekli gündemde tutulan başörtüsü, Kuran'ın değil, geleneklerin, kişisel görüşlerin dinleşmesinden kaynaklanmaktadır." (S. 373)

GERİSİ ALİMLERİN İŞİ

Mustafa Sağ'
ın iddialarını Arapçadan denetleyecek durumda değilim. Ancak Nûr Sûresi'nin 31. áyetinin Fransızca ve İngilizce çevirileri onun iddialarını desteklemektedir.

Ben bu çok önemli iddiayı sütunuma aktararak kamusal-toplumsal görevimi yerine getiriyorum. Gerisi Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ve İslam alimlerinin işi!..

ÖZDEMİR İNCE

15 Ekim 2007 Pazartesi

Yenilik düşkünlüğü

NİHAYET aradığım makaleyi buldum. Adı "Yenilikçi mi, yenilik düşkünü mü?" Yazarı, Yankı Yazgan. Yankı Yazgan'la karşılaşsanız ve size, "Ben, bir pop müzik orkestrasında basgitar çalıyorum" dese, zaten görünüşünüzden tahmin etmiştim diyebilirsiniz.En azından benim önyargılarıma göre, ben öyle söyleyebilirdim. Halbuki kendisi, genç yaşta psikiyatri profesörlüğüne yükselmiş bir hekim. "Kalp Çarpar, Beyin Böler" adlı kitabında bir hekim gözünden dünyaya bakıyor; ama ne bakıyor! Ama rahmetli annemin dediği gibi "iğnenin deliğinden Hindistan'ı seyrediyor". Kitaptaki bölümlerden biri "Yenilikçi mi, yenilik düşkünü mü?" başlığını taşıyor. Dr. Yazgan, bu bölümü Acar ve Zuhal Batlaş hocaların yayınladığı "Kaynak" adlı dergide genişleterek makale haline getirmiş. Daha da güzel olmuş. Kaynak dergisinde bir diğer yazar Hulusi Derici, "Yenilikçi mi, Yenilik Düşkünü mü?" konusuna, başka bir üslup içinde, ama aynı açıdan yaklaşmış. Hulusi Derici, son on beş yılda moda olan ve şimdilerde kitaplıkların üst raflarında tozlanan yönetim tekniklerinin veya kavramların bazılarını bir çırpıda sıralayıvermiş. Benchmarking, Müşteri Odaklı Pazarlama, Data Base Yönetimi, CRM, Toplam Kalite, Değişim Mühendisliği, Yalın Üretim, 5. Disiplin, Kaizen Yönetimi, Altı Sigma ve benzerleri. Bütün bu kavramları tükettik, şimdi moda "inovasyon" (yenilikçilik) diyor. Böyle modanın peşine takılıp, kitaplara, konferanslarına para yatırmak insanları mutlu ediyor. Aynen eve idman bisikleti almanın veya zayıflama kitabına sahip olmanın mutlu ettiği gibi. Bunları yapınca, zayıflamıyor veya yenilikçi olmuyoruz; ama kendimizi iyi hissediyoruz.
* * *
Dr. Yazgan, "yenilik düşkünü" ile "yenilikçi" arasında ayrım yapmanın zor olduğundan bahsediyor. Ama makalesinin sonunda bu ayrımın nasıl yapılacağını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yazgan'a göre, yenilik düşkünü, çabuk sıkılan ve nerede yeni bir şey varsa oraya sürüklenen bir kişi. O bir "hedefe" değil, "yeniliğe" gitmektedir. Yenilik düşkünlüğü, fikir değiştirmekten ziyade, fikirlerin uçuşması denilebilecek bir ruh hali içinde olmaktır. Bir kitabı, bir fikri, bir konuyu "in" yapanlar da "out" yapanlar da yenilik düşkünleridir. Yenilikçi ise "hedefine" giderken, bildik yol ve yöntemlerin dışına çıkabilen kişidir. Yazgan, yenilikçilerin sonunun, yenilik düşkünlerinden daha iyi olacağını garanti etmiyor. Hedefe giderken yaşadıklarımızın da bir değeri olduğuna inanıyorsak, zaten "sonuç" gibi bir kavram bizi fazlaca ilgilendirmeyecektir; yine de sonuç odaklı olmak gerekiyorsa, sonucun tanımı bir kez daha yapılmalıdır diyor. Dr. Yazgan, "Ben, acaba yenilikçi miyim, yoksa yenilik düşkünü müyüm?" diye kendisini sorgulamak cesareti olanlara bir kıstas veriyor. Burasını dikkatle okuyun ve hemen itiraz etmeyin. "Yenilikçiler, kuralları anlama ve kuralları uygulama alışkanlıklarını çocukluklarında geliştirmiş olanlar, yenilik düşkünleri bu alışkanlıkları olmayanlar arasından çıkıyormuş."

Son Söz: Gelişme, yenilik düşkünlerinin değil; yenilikçilerin eseridir.

EGE CANSEN

Muhammed Mustafa kadar laik Mustafa Kemal kadar Müslüman olmak

HZ. Muhammed kendisini tanımlarken ısrarla bir "ümmi" olduğunu söylemiştir. Ümmi, "üm" yani anne anlamındaki Arapça kökken türetilmiş bir kelimedir. Ümmi'nin sözlük anlamı "anasından doğduğu gibi"dir.Hiç kimse ömrü boyunca anasından doğduğu gibi kalamayacağına göre, Hz. Muhammed, gerek kendine "ümmi", gerekse kendisine inananlara "ümmet" (ümminin çoğulu) derken bu kelimeye muhakkak bir anlam yüklemiştir. Bu anlamı bulmaya çalışırken, o sıralarda Hz. Muhammed'in nasıl bir ortamda, daha da doğrusu baskı altında olduğunu hatırlamak gerek.O devirde Mekke'de putperestler çoğunluktaydı. Az sayıda da Yahudi ve Hıristiyan yaşıyordu. Hz. Muhammed'in konuşmalarından ve halka yeni bir yol gösteren davranışlarından tedirgin olanlar, onun hangi puta taptığını veya hangi dine inandığını öğrenmek istiyordu. Hz. Muhammed de "Benim putum veya dinim yok, ben basit, sıradan ve toplumun en alt katmanından gelen biriyim, anamdan doğduğum gibiyim" manasında ümmiyim demiştir. Böyle diyerek, kendini ve yandaşlarını, putperestlerin kabile savaşlarından uzak tutmak istemiştir. Peki, sen neye inanıyorsun diye soranlara da "barışa, salim ve selim olmaya" anlamına gelen "İslam"a demiştir. Ümmi olmayı, okuma yazma bilmemekle eşanlamlı kabul etmek mantıkidir ama sadece bir yakıştırmadır.
* * *
Fransa'da ortaya çıkan laik kelimesi de Yunancadaki "laos" kelimesinden türemiştir. Laos, bir toplumun an alt katında bulunanlar, hatta "demos" (vatandaşlar) arasına bile giremeyenler demektir. Kendilerini laik diye tanımlayanlar, Katoliklik'le, Protestanlık'la hatta daha geniş anlamda dinle, hurafeyle dolayısıyla da mezhep savaşlarıyla ilgimiz yok demiştir. Bir toplumda din/mezhep kavgalarına son vermenin, insanların din adına birbirine zarar vermelerini önlemenin, kısaca barışın yolu "laik" "lá-dini" olmaktan geçer diye düşünülmüştür.
* * *
XIX. yüzyıla "İmparatorluk Çağı" (Age of Empire) denir. Bu devrin egemen fikri, Tanrı'nın Hıristiyanlara dünyayı yönetme görevi/misyonu verdiğidir. Hıristiyan milleti, aydınlanma çağında, fende, bilimde ve teknolojide elde ettiği kazanımlarla dünyanın en gelişmiş uluslarını oluşturmuştur. Tanrı'nın planında (God's Plan) "medenilerin, medeni olmayanları yönetmesi" yer almaktadır. Tanrı tarafından görevlendirilmiş olanlar, medeniyeti bütün dünyaya yaymakla sorumludur. Bu misyon XIX. yüzyılda tamamlanmak üzeredir. Ancak yeryüzünde tek bir istisna kalmıştır. O da Osmanlı topraklarında, gayri medeni Müslüman Türklerin, hálá medeni Doğu Hıristiyanlarını idare etmesidir. Bu hata düzeltilmeli ve Müslümanların, Hıristiyanları yönetmesi sona ermelidir. 1820-1914 arasında bu plan yüzünden Balkanlar ve Kafkaslar'da yaşayan Müslümanlar acımasızca ezilip kendi vatanlarında vatansız kalınca, kurtuluşu Türkiye'ye gelmekte bulmuştur. Mustafa Kemal, kendisine Türk diyerek mutlu olan her kökten Müslüman'a, bir vatan inşa etmeyi kendine vazife bilmiştir.

Son Söz: Zıt da sanılsa, büyük fikirler zirvede buluşur.

EGE CANSEN

Biz hangi bayramı kutladık?

BAYRAMIN birinci günü bu köşeye koyduğum küçük bir not ile okuyucularımın "Şeker Bayramını" kutladığımı belirtmiştim.İki gündür de e-posta kutumda bu bayramın adının Şeker Bayramı değil, Ramazan Bayramı olduğuna ilişkin mektuplar okuyorum.Önemli bölümü, ülkemizin aşırı dinci kesimlerinde sıkça görülen ağzı bozuk insanların yazdığı küfürnameler.Küfür etmeyenler de alay ediyorlar, "Şekercilerin bayramı mı var" diye.Bazılarına göre ise ben Ramazan Bayramı’na Şeker Bayramı diyerek, dinibütün insanlara hakaret etmişim.Belli oluyor ki hepimizi birleştirmesi gereken bir bayram günü, belli bir çevrenin elinde yeni bir ayrışmanın vesilesi haline getirilmek isteniyor.Hicri Kamer yılının onuncu ayı olan Şevval’in ilk üç günü boyunca, dokuzuncu ay olan ve Müslümanların oruç tutarak geçirdiği Ramazan’ın bitişi nedeniyle bayram yapıyoruz.Araplar bu bayrama "id el-fitr" diyorlar. Bazı kaynaklarda, ramazanın bitimiyle birlikte yapılan ilk kahvaltıya istinaden bu adın verildiğini anlatılıyor. Bayramın ilk günü güneşin doğuşundan itibaren verilmesi "vacip" olan "sadaka-i fidr" ile de ilgili olabilir bu isim.Malezya’da Hari Raya ya da Aidl Fitri, Endonezya’da ise İdul Fitri veya Lebaran deniliyor. Bengalliler ise Shemai Eid adını uygun görmüşler.Bizde ise bu bayram Ramazan Bayramı ya da Şeker Bayramı olarak isimlendiriliyor.Şeker Bayramı adının ne zaman kullanılmaya başlandığına ilişkin bir bilgi yok, ancak bu bayramda Türklerin şeker ikram etme ádetinin varlığının buna yol açtığı tahmin ediliyor.Türklerin, önemli günlerinde tatlı ikram etme ve yeme alışkanlıklarından kaynaklanan bir durum olmalı bu.Bayramın nasıl isimlendirileceği ile ilgili dini bir emre rastlamadım. Kaldı ki böyle olsaydı herhalde İslami geleneğe uyarak Araplar gibi "id el-fitr" dememiz gerekecekti, Ramazan Bayramı değil.Geçmiş "Şeker Bayramınızı" bir kez daha kutluyorum!

Mehmet Y. Yılmaz

30 Temmuz 2007 Pazartesi

Yoksulluğu artıran seçimi kazanır

Bazı gazeteler seçim sonuçlarının daha iyi anlaşılması için haritalar yayınlıyor.

Örneğin dünkü Vatan�da İstanbul�da hangi partinin nerede başarılı olduğunu gösteren bir harita vardı.

Benzer bir harita ve İzmir�in genel görünüşünü yansıtan bir fotoğraf da Milliyet�te yayınlandı.

Bu haritalarda anlatılana göre AKP, kentlerin en yoksul semtlerinden en çok oyu almış. CHP ise sadece daha varlıklı semtlerde başarılı olmuş.

En fakir kentlerin sosyal yapısına bakıldığında burada yaşayanların eğitim ve kültür açısından da en alt kesimde olduğu görülüyor.

Bu durumda en fakir, en eğitimsiz ve en kültürsüz kesimlerin desteğini kazanan parti seçimden de zaferle çıkabilir. Türkiye�nin nüfus dağılımı da, asıl yoğunluğun düşük gelir, düşük eğitim ve düşük kültürlü olanların ezici bir çoğunlukta olduğunu gösteriyor.

Böyle olunca da demokrasinin tanımında bir tuhaflık ortaya çıkıyor. �Ülke yönetimi hakkında hiçbir bilgi, birikim, görüş ve fikri olmayanların kendilerini yönetecekleri seçmelerine demokrasi denir.�

Bu doğru mu? Değil. Ama gerçek.

Şimdi kimse kalkıp da �demokrasiye inanmıyorsun, halkın iradesi seni ilgilendirmiyor� edebiyatı yapmasın. Bu sonuçtan çıkarmak istediğim başka bir analiz var.

Eğer bir ülkede, yoksul, eğitimsiz ve kültürsüz insanları sömürüp, onların oylarıyla iktidara gelmek mümkünse, iktidardaki siyasi güç, iktidarı boyunca halkın önemli bir bölümünü yoksul, eğitimsiz ve kültürsüz bırakmak isteyecektir. Ki bir dahaki seçimde de zafer kazanabilsin.

Buna �Ama iktidar sürecinde bu kesimler tatmin edilmezse oylar başka yere kayar� diyeceksiniz. Tamam da o zaman �sadaka ekonomisi� uygulayarak bu kesimlere yardımlar yapılacaktır. Avantaya alışan ve yaşam gustosu olmayan bu kesimler aldıklarıyla yetineceklerdir.

Haritalara baktığımızda, AKP�nin 4.5 yıllık iktidarı boyunca hiçbir sorunları halledilmeyen, yoksulluklarından kurtulamayan kesimlerin bu partiyi iktidara taşıdığını görüyoruz. Demek ki, özellikle büyük kentlerde yapılan yardımlar, dağıtılan hediyeler ve ev ziyaretlerindeki gönül almalar, tüm sıkıntıları unutturmuş.

Peki bunu bütün partiler yapabilir mi? Hayır yapamaz. Çok geniş kesimleri yardım ve hediyelerle rahatlatmak, ama onların sorunlarını çözmemek ancak iktidar eliyle olabilir. Çünkü ancak iktidarlar bunun maddi maliyetinin altından kalkabilir.

Bu durumda demokratik yoldan iktidara gelmenin de tanımı tuhaflaşabilir: �Ülke adına fikir, görüş, proje üretmek, kaliteyi, bilimi, sağduyuyu kullanmak yerine, halkı yoksullaştırıp sonra da bu yoksul, eğitimsiz ve kültürsüz kesimlere büyük yardımlar yaparak oy almak demokratik yoldan iktidara gelmektir.�

�Göbeğini kaşıyan adam� esprisini çok alaya alıyoruz ama, iktidar da �göbeğini kaşıyan adamın� sömürülmesiyle elde edilmedi mi yani?

CAN ATAKLI

Halki tanımah

ADNAN Menderes de, Süleyman Demirel de CHP'nin ve solun halkı tanımadığını ileri sürüp kendilerini halkın temsilcisi olarak piyasaya sürmüşlerdir.

Milli Görüş partileri (Milli Selamet, Refah, Fazilet) de aynı zurnayı çaldılar. Günümüz AKP'si, AKP'nin Recep Tayyip Erdoğan'ı, Bülent Arınç'ı, Abdullah Gül'ü de aynı lakırtıları lakırdatıyorlar.

Sanki İsmet İnönü halk çocuğu değildi de büyük toprak ağası Adnan Menderes halk çocuğuydu. İnönü hiç değilse halkı sömürmemiştir, Adnan Menderes'in köylünün kanını emdiği gibi.

Kasımpaşa çocuğu Recep Tayyip Erdoğan, Antalya çocuğu Deniz Baykal'dan daha çok mu Anadolu'yu tanıyor? Doktora yapmak, doçent, profesör olmak halktan kopmak ise AKP'nin iftihar ettiği kaç tane "halktan kopmuş" var AKP'de. CHP'nin adaylarını, sol partilerin adaylarını (örneğin Türkiye Komünist Partisi'nin, İşçi Partisi'nin adaylarını) AKP'nin milletvekili adaylarıyla karşılaştıralım, bakalım hangisi halka, köylüye, çiftçiye, işçiye ve emekçiye yakınmış? Halep orada ise arşın burada! AKP, ABD'den, uluslararası finanstan aday getiriyor!

İMAM-HANCI TORUNU

Bu satırları yazan ben, yokluğu da yoksulluğu da tanıdım, işçiyi de köylüyü de tanıdım (anne tarafım köylü, babam Mensucat Sendikası Başkanı'dır); harman sürdüm, sığır ve davar güttüm; gazoz sattım, buğday eledim; kahve garsonluğu, kebapçı çıraklığı yaptım; dokuma fabrikasında işçilik, Maliye'de memurluk, kütüphanecilik yaptım; Sandıklı, Çine, Aydın ve Muğla'da öğretmenlik yaptım. TİP'te bir Yunus Çakır olarak çalıştım. Sonra Paris'te eğitim ve öğrenimimi tamamladım. Bir dedem imam idi, öteki dedem ise hancı.

Yeter mi? Hangi politikacı, hangi gazete yazıcısı benden daha iyi tanıyor milleti, halkı, cumhuru ve Cumhuriyet'i?!

Halk kimdir? Hırsızlık yapan, adam öldüren, ırza geçen, sübyancılık ve fiili livata yapan, denize donla giren, yere tüküren, cadde kenarında kurban kesen, vergi kaçıran, kaçak elektrik ve su kullanan, baldızına sulanan, adım başı yalan söyleyen, ter kokan, geğiren ve osuran, adım başı trafik kurallarını ihlal eden, yol kıyılarına pet şişeleri, gazoz ve bira kutuları atan, ormanları yakan, abdestsiz namaz kılıp oruç tutan, ettiği duanın, okuduğu Kuran'ın anlamını bilmeyen, oyunu iki kilo bulgura, iki kilo nohut ve mercimeğe satan, Názım'ın diliyle hem kardeş hem de akrep olan, sefil ve kahraman!

Halk kimdir? Yukarıda yazdıklarımı yapmayandır! Hangisi çok, yapan mı, yapmayan mı?

GERİYE KALANLAR!

CHP ve sol halka hiçbir zaman ihanet etmedi! 1923-1945 arası, devlet öncülüğünde bir devrim sürecidir. 1960-70 yıllarının DP ve AP politikacılarının çoğu bu süreçte yer almıştır. Cumhuriyet halkı tanımasaydı, Cumhuriyet'i kuramazdı, devrimleri yapamazdı. Şimdi halkı iyi tanıdıklarını iddia edenler kim? Bir zamanlar Cumhuriyet'e ve devrimlerine karşı çıkanların çocukları ve torunları. Benim adlarının önüne değişik sıfatlar koyduklarım! Cumhuriyet onları çok iyi tanıyor ve kendisiyle sorunlarını çok iyi biliyor.

Ne dersiniz, belki de sadece tarikatçılara, dindarlara, Nakşilere, Nurcu ve Fethullahçılara halk deniliyordur? Geriye kalanlar ise laikçi (!) olan Cumhuriyet çocuğu, Cumhuriyetçi münkir!

ÖZDEMİR İNCE

Benim amentüm

22 Temmuz 2007, Pazar, Saat: 11.24. Oyumu verdim. "Evet" mührünü hiç duraksamadan bir partinin üzerine bastım ve "Evet"in mürekkebini 1965'ten bu yana seçimlerde kullandığım kurutma káğıdı ile kuruladım. Ülker de oyunu verdi. Ülker'e verdiğim kurutma káğıdının yarısını geri aldım. Bir sonraki seçimde kullanmak üzere.

Sonra marina denen limandaki kahveye gittik. Yanımıza Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet ve Radikal gazeteleri almıştık. Çok az insan vardı. Bilinmez bir yerden gelen taciz edici şımartık çocuk zırlamasından başka.

Sıra Radikal Gazetesi'ne geldi. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan'ın birinci sayfanın tamamını kapatan manifestosunu okumaya başladım. Şu cümleye kadar:

"Özellikle nisan ve mayıs aylarında öyle bir hava esti ki, sanki aynı anda hem laik hem demokrat olmak yasaklandı. Sanki laikliği korumak için demokrasiyi feda edebilirmişiz, hatta etmeliyiz diye düşünenlerin sayısında ciddi bir artış oldu."

Bu cümleyi okur okumaz başımdan kaynar sular indi. Ülker'e "Haydi kalk eve gidiyoruz" dedim.

DİRHEMİNİ ANLAMAMIŞ

Ve saat 11'i 24 geçe bu yazıyı yazmaya başladım. İsmet Berkan, son aylarda Türkiye'de olan-bitenin dirhemini anlamamış.

İsmet Berkan'ın, Anayasa'nın "İnkılap kanunlarının korunması"na dair 174. maddesinin kapsamına giren yasaları marazlı bir tutkuyla çiğneyenleri eleştirdiğine tanık olduğumu anımsamıyorum. Cumhuriyet'e ve devrimlerine sahip çıkanları paranoyak olmakla, dinozor olmakla, faşist olmakla, askerci olmakla, Sevr paranoyasıyla suçlayanlarla işbirliği yapmadıysa bile onlara karşı çıktığını da anımsamıyorum.

Bu yazımı, pazartesi sabahı erkenden, seçim sonuçları belirginleşmeye başladığı zaman yazacaktım. Şu anda seçimin sonuçları ilgilendirmiyor beni. AKP iktidardan uzaklaşırsa kuşkusuz sevineceğim. Ama, herhangi bir durumda, "Benim partim!" diyebileceğim bir parti iktidara gelmeyecek. Bu benim bir partiye oy vermeme engel olmadı. Belki "Benim Partim!" iktidara aday olmadan öleceğim. Ama önemli değil bu!

2 BÜYÜK TEHLİKE

Oğlum yaşındaki İsmet Berkan bilmeyebilir ama 1923'ten bu yana Türkiye Cumhuriyeti iki büyük tehditle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu seçimler bu iki büyük tehlikeyi ortadan kaldırmayacak, belki de tehlikeyi hızlandırıp büyütecektir:

1. Tehlike: Laik devleti hedef alan ve onun yerini almak için birkaç yöntemle birlikte çalışan İslamcılık.

2. Tehlike: Üniter devleti hedef alan Kürtçülük fesadı. (Leyla Zana'nın federasyon isteyen demeci.)

22 Temmuz seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, kaldığımız yerden devam edeceğimiz anlaşılıyor. Saat: 11.56. Ancak şu soruyu soracağım: Bu iki büyük tehlike, demokrasiyle nasıl bağdaşır? Bir bilen anlatsın!

ÖZDEMİR İNCE

Aynı kısırdöngü

OSMANLI İmparatorluğu ilk borçlanmasını 1854 yılında Kırım Savaşı’na girdiğinde yaptı.

Savaş giderlerini karşılamak için alınan borç, zamanında ödenemedi ve yeni borç alındı.


İmparatorluk çağa ayak uyduramadığı için aslında iflas etmişti.

Borçlarını ödeyebilmek için sürekli borç almaya başlamıştı.

Yıllar ilerledikçe borç sarmalı içinden çıkılmaz hale geldi.

1875’te Padişah Abdülaziz bir memorandum yayınladı ve devletin iflas ettiğini dünyaya açıkladı.

Dağlar gibi biriken borçlar koca imparatorluğu yıkmıştı.

Bunun üzerine alacaklı ülkeler paralarını tahsil edebilmek için "Düyun-u Umumiye" diye bir kurum oluşturdular ve imparatorluğun gelirlerine el koydular.

İmparatorluk bütün kaynaklarını alacaklılara ipotek etmesine karşın borçlarını bitiremiyordu.

İçinden çıkılamaz bir kısırdöngüye sürüklenilmişti.

* * *

Yeni alınan borçlar verimli kullanılmıyor, artı değer yaratılamıyor, borçlar büyüyordu.

Bu kısırdöngüden kurtulamamanın nedeni imparatorluğun çağın gelişimine uyak uyduramamasıydı.

Osmanlı’da hákim olan köktendinci kafa, her yeniliğe dini bahane ederek karşı çıkıyordu.

Bu yüzden matbaa tam 300 yıl geç geldi. Bu da bilgi toplumu olmayı geciktirdi.

Oysa Batı, matbaanın sayesinde bilgiyi tüm topluma yaymış, bu sayede teknoloji geliştirilmiş, sanayi devrimini tamamlamıştı.

Genç Osman ile III. Selim kötü gidişi gördü. Ancak onlar da gericiler tarafından öldürüldü.

İsyan çıkaran çapulculara boyun eğildi ve yeniliklere dönük adımlar atılamadı.

II. Mahmud bu yüzden felç geçirip kahrından öldü.

Bu padişahın döneminde açılan Batılı tarzda okullar "Ulema"nın hışmına uğradı.

Bu geri kafalı insanlar "Bu okullarda Kuran okuyan çocukların ayakları yere değmiyor. Bu dine aykırıdır. Onun için bu okullar kaldırılmalıdır" dediler.

Padişah, bunlarla pazarlık yapmak zorunda kaldı. Sonunda "Öğrenciler Kuran okurken sıraların üzerine bağdaş kursunlar" diye bir orta yol bulundu.

Bu çağdışı komik uygulama yıllarca sürdü.

* * *

Yine II. Mahmud döneminde İstanbul’da başlayan kolera salgını halkı kırıyordu. Kenti fareler basmış, kuyular farelerle dolmuştu.

Padişah, Avrupalı doktorların önerilerine uyarak kenti karantinaya almak istedi. Ancak Şeyhülislam karşı çıktı ve şu fetvayı verdi:

"İçine fare düşen kuyunun suyunu besmele çekerek yedi kere değiştirin, mikrop falan kalmaz tertemiz olur, karantina dinimize aykırıdır."

Fetvanın gereği yapıldı ama kolera bitmedi. 7 yıl süren salgın İstanbul halkını kırdı.

Çağdaş atılımları yapamayan imparatorluk borçlarının altında ezilip paramparça oldu.

Tarihte yaşanan bu ilginç ve ibret alınacak olayları, Orhan Çekiç’in belgelere dayanarak yazdığı "Samsun’dan Erzurum’a" adlı araştırma kitabından özetlemeye çalıştım.

"Tarih tekerrürden ibarettir" derler... Ne yazık ki ülkemiz 1950’den sonra aynı borç sarmalının içine bir kez daha yuvarlanmıştır.

Düyun-u Umumiye gitmiş, IMF gelmiştir. Bugün de borç alarak borç ödüyoruz. Ama tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi borçlarımız azalmıyor, artıyor.

Ama halkımızın güvenine mazhar olan AKP’ye bakarsanız "Türkiye ak yıllara uçuyorrrrr..."

TUFAN TÜRENÇ

20 Haziran 2007 Çarşamba

HAMAS ve Milli Görüş

2 ve 3 Haziran tarihlerinde yayınlanan "Müslüman Kardeşler, Milli Görüş ve AKP I, II" yazılarımda Müslüman Kardeşler tarzı bir örgütlenmenin gizli tehlikelerinden söz etmiştim. Aradan daha yirmi gün geçmeden öngörüm gerçekleşti:

Koalisyon ortağı El Fetih ile silahlı çatışmaya giren HAMAS, Gazze’nin tamamında üstünlük kurarak, yaptığı işi "İslam devletinin ilk adımı" ilan etti.

Koalisyon ortaklarından El Fetih, Yaser Arafat önderliğinde iyi-kötü bir Filistin devleti yaratmıştı. Bu devlet "laik" eğilimli bir devlettir.

Geçen yıl seçimleri kazandıktan hemen sonra AKP tarafından davet edilen HAMAS ise İslamcı bir partidir. Bunun sonucu olarak, küçük Filistin’i parçalayıp kendi mikroskobik İslam devletini kurmaya çalışmaktadır. Ancak böylece ABD ile İsrail’in ekmeğine yağ sürüyor.

* * *

Bir arkadaşımız, İslamcı siyaseti temsil eden HAMAS, Hizbullah, Müslüman Kardeşler ve Milli Görüş’ün mahalle politikaları ile çok etkin olduklarını yazmıştı. Arkadaşımız bu politika ile Milli Görüş’ün AKP içinde çok etkili olduğunu açıklamıştı.

Müslüman Kardeşler ve onun izinden giden HAMAS ve Hizbullah gibi hareketler camiler, lokaller, okullar, hastaneler, işyerleri ve fabrikalar kurarak; sosyal, kültürel ve ekonomik olanaklar sunarak halkın midesini ve kalbini kazanırlar. Bu, işin görünen yüzüdür. Görünmeyen yüzde kendi silahlı kuvvetleri vardır. Zamanı gelince ortaya çıkar. Amaçları toplum içinde alternatif İslami toplumlarını kurmaktır. Olanak bulurlarsa devlete el koyarlar. Bunu yapamazlarsa HAMAS’ın yapmakta olduğunu yaparlar ve ülkeyi bölerler.

Çünkü tek amaçları vardır: İslami devlet kurmak.

HAMAS amacına ulaşacak mı? ABD, İsrail ve Arap Birliği böyle bir darbeye izin verecekler mi? Bunları pek yakında göreceğiz. Şimdilik gördüğümüz şudur: İslam’ı kendisine referans yapan her siyasal oluşum barış içinde amacına ulaşamazsa, sonunda HAMAS’ın denediğini denemek zorundadır. Bunun böyle olduğunu HAMAS kanıtlamıştır.

Bu nedenle Milli Görüş’ün, Fethullah’ın okullar açması, ticaret, bankacılık ve sanayi işlerine el atması İslami hareketin görünen yüzünü temsil ediyor. AKP de aynı yöntemi uygulayarak seçmene gıda yardımı, kömür yardımı, para yardımı yapıyor. Yani küçük boyutlarda da olsa Müslüman Kardeşler’in, HAMAS’ın, Hızbullah’ın yöntemini uyguluyor. Milli Görüş ve Fethullah söz konusu yöntemi bir başka boyutta gerçekleştirmeye çalışıyor.

Böylesine oluşumlar her an Müslüman Kardeşler’e, HAMAS’a ve Hizbullah’a dönüşebilirler.

* * *

ABD’nin, AB’nin, NATO’nun terörist kabul ettiği HAMAS’ı AKP neden davet etmişti? ABD’den zaparta yemeyi neden göze almıştı?

Ekonomide, iç ve dış siyasette başarısız bir AKP’yi, halkın yoksulluğuna, işsizliğine çare olamamış bir AKP’yi bir kısım seçmen neden hálá tutmaktadır?

Bu soruların yanıtını siyasette değil dinci cemaat yapılanmasında, tarikat yapılanmasında aramalıyız. Ve HAMAS’ın bu son yaptığını asla unutmamalıyız!

Özdemir İNCE